FATİH SULTAN MEHMED HAN

Osmanlı pâdişâhlarının yedincisi. İstanbul’un fâtihi olup,İkinci Murad Hanın oğludur. 30 Mart 1431 (H. 833) Pazar günü Edirne’de dünyâya geldi. Annesi Candaroğulları âilesinden Hadîce Alîme Hümâ Hâtundur.

Küçük yaşta tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilen Şehzade Mehmed devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrendi. İlk hocası Molla Yegan’dı. Meşhur din ve fen âlimi olup zâhirî ve bâtınî ilimlerde mütehassıs Akşemseddîn hazretleri şehzâdenin her şeyi ile bizzat ilgilendi.

12 yaşına gelince devlet idâresini öğrenmesi için Edirne’den Manisa’ya vâli olarak gönderildi. Kısa bir süre sonra babası tarafından tahta çıkarıldı. Ancak bundan faydalanmak istiyen yeni bir Haçlı ordusu 1444 Eylülünde Türk topraklarına girdi.

Vaziyetin ciddiyetini anlayan Sultan Mehmed yazdığı mektupla babasını yeniden saltanata dâvet etti.

Bâzı rivâyetlerde bu taleb üzerine, bir kısım rivâyetlere göre de, durumun vehâmetini takdir eden İkinci Murad, kendi reyi ile İstanbul Boğazından Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi.

Derhal idâreyi ele alarak Varna’ya hareket etti. Gerek Avrupa devletlerinin hasımca davranışları, gerek Anadolu’daki Türk beyliklerinin nizâmı bozucu hareketleri, devleti çok sarsmıştı.

1444 Varna Zaferi ile Osmanlı Devletinin temelleri tam olarak sağlamlaştırılmış oldu. 1451 târihinde babası İkinci Murad’ın vefâtı üzerine İkinci Mehmed, ikinci defâ Osmanlı tahtına oturduğunda 19 yaşındaydı.

Daha önceden saltanat tecrübeleri olduğu gibi, babasının yanında seferlere de katılmış ve çok iyi bir kumandan olarak yetiştirilmişti. Saltanat değişikliği dolayısıyla fırsat kollayan Karamanoğulları üzerine bir sefer yaptıktan sonra, artık kangren hâline gelen Bizans meselesini halletmek üzere bütün ağırlığını bu konuya verdi.

Rumeli Hisarını yaptırıp, Yıldırım Bâyezîd’in karşı kıyıda yaptırdığı Anadolu Hisarı ile berâber boğazı kestikten sonra, 1452-1453 kışını Edirne’de harp hazırlıkları ile geçirdi. Rumeli Hisarının inşâ plânının bizzât Pâdişâh tarafından çizildiği rivâyeti kuvvetlidir. Hisarın kerestesi İzmit’ten, kireci Şile bölgesinden getirildi ve yapımında 1000 taşçı ustası, 5000 işçi, 10.000 civârında yamak çalıştırıldı. Vezirler sırtlarında taş taşıyarak hisarın yapılmasına hizmet ettiler.Ayrıca bâzı burçların yapım masrafını işçi ücretleri dâhil vezirler üzerine aldılar. Rumeli Hisarı’nın inşâsı esnâsında Bizans İmparatoru elçi göndererek, “kendi toprakları üzerine kale yapılmasının dostluğa ve ahde vefâya uymadığını” bildirdi. Bunun üzerine Fâtih Sultan Mehmed elçiye;

“Var git kralına söyle! O, rahmetli babam zamânında ahdi çok defâ bozmuştu. Arada ahid mi kaldı ki vefâdan bahseder. Bu topraklara biz hisar yaparız, toprak elçi göndermekle kurtarılmaz. Eğer bu topraklar onunsa, gelip kurtarsın.”

diyerek niyetini az çok ortaya koydu. Dört aydan az bir zamanda bitirilen Rumeli Hisarı ile İstanbul’un Karadeniz’den ikmâl yolu tam kontrola alınmış oldu. Ayrıca Karadeniz kıyılarına yayılan Venedik kolonilerinin de Venedik ile irtibatı kesilmiş oluyordu.İstanbul’un muhâsarasına kadar da her geçen gemi, yükü, kalkış ve varış iskeleleri gibi bilgileri ve geçiş rüsûmunu (geçiş vergisi) altın olarak vermeye mecbur bırakılmış, vermeyen batırılmıştır. Şehzâdeliğinden beri bir an önce İstanbul’u fethetmek, hazret-i Peygamberin müjdesine mazhar olabilmek ideali ile tutuşan Sultan Mehmed, bu büyük meselenin halline çalışıyordu. Bu sebeple askerî târihin kaydettiği ilk büyük ateşli silahlar ve toplarla bu orduyu dayanılmaz bir kudret hâline getirmiş, İstanbul muhâsarısında donanmayı Beşiktaş’tan kara yolu ile Haliç’e indirilen teknik bir dehâya ve çeşitli muhâsara makinalarına, seyyar kulelere sâhib olmuştu. Haliç üzerinde; Kasımpaşa tarafından başlamak üzere boş fıçılar üzerine kalaslar bağlatarak beş buçuk metre eninde bu köprüyü Kasımpaşa-Ayvansaray arasına inşâ ettirdi. Bu çalışmaları görenBizanslılar su üstünde yüründüğünü zannederek, sihir yapıldığına hükmetmişlerdi. Devrin en ağır toplarını döktürdü. O zamana kadar ateşli silahların atıştan sonra soğuması beklenirdi. Fâtih Sultan Mehmed, zeytinyağı döktürerek insanlık târihinde “yağla makina soğutmasını” havan topunun balistik hesaplarını yaparak, plânını çizerek dik mermi yollu ilk silahı keşfetti.

Fâtih, bu yüksek vasıfları ve üstün kuvvetiyle İstanbul fethine hazırlanırken, ona karşı dış düşmanları ve içerde şehzâdeleri kışkırtan Bizans, târihî fesat siyâsetinin son gayreti olarak bu sefer de şehzâde Orhan’ı Fâtih aleyhine kullanma teşebbüsüyle genç Pâdişâh’a İstanbul seferinin meşruluğunu ve zarûretini bir kere daha göstermiş oluyordu. Üstelik daha Manisa’da şehzâdeyken, hocası büyük velî Akşemseddînİstanbul’u fethedeceğini müjdelemişti. Hazret-i Peygamberin;

“İstanbul muhakak fethedilecektir. Bu fethi yapacak hükümdâr ve ordu ne mükemmel insanlardır.”

meâlindeki hadîs-i şerîfi onu ayrı bir şevke getirmişti. Kaynakların belirttiğine göre, Pâdişah, hep İstanbul’un fethini düşünüyordu. Evliyânın işâretleri, keşif ve kerâmet sâhiplerinin sözleri ile o bu fikri tamâmiyle benimsemişti. Pâdişâhın gece-gündüz huzûru kaçmıştı. Yatağına girer kalkarken, sarayında ve dışarıda gezinirken kafası hep İstanbul’un fethi ile meşguldü. Yalnız veya maiyetiyle gezintiye çıktığında da yine fethi düşünür, istirâhat ve uyku bilmezdi. Elinde kalem ve kâğıt dâimâ İstanbul’un haritası ile uğraşırdı.Yine bir gece aynı düşünceyle uykusu kaçmış, veziri Çandarlı Halil Paşayı gece yarısından sonra konağından sarayına çağırtmıştı. Böyle gece yarısı vakitsiz çağrılmaktan korkan yaşlı vezir, pâdişâhın ayaklarına kapanarak, özürler dilemiş, pâdişâh da korku ve telaşının yersiz olduğunu belirterek,İstanbul’un alınması için oturup konuşmaya çağırdığını bildirmişti. Nihayet İkinci Mehmed, 23 Martta ordusuyla Edirne’den hareket etti. Kuşatma 6 Nisanda başladı. 18 Nisanda İstanbul adaları alındı. 22 Nisan gecesi Türk donanması karadan Haliç’e indirildi. 23 Nisanda sulh teklifine gelen Bizans elçisine genç Pâdişah; “Ya ben şehri alırım, ya şehir beni!” cevâbını verdi. 29 Mayıs sabahı yapılan son taarruzda İstanbul düştü. Bu şekilde ortaçağ sona erdi yeniçağ başladı. İstanbul’un fethi, Türk târihinin en müstesnâ olayı sayılarak “Feth-i Mübîn” denildi. Dünyânın en büyük kilisesi (Sainte-Sophie) ve bütün Avrupa’nın ayakta kalan en eski yapısı olan Ayasofya câmiye çevrildi. Fâtih bu mabedin kıyâmete kadar câmi kalmasını yazılı olarak vasiyet ve vakfeyledi. Bütün Ortodoks Hıristiyanların başı olan patrikliği ortadan kaldırmadı. Bunu o zamanki, siyâsî olaylara göre değerlendirmek îcâb eder.İsteseydi İstanbul fâtihi, patrikliği ortadan kaldırabilirdi. Fakat o zamânın siyâsî durumu bunu gerektirmemekteydi. İstanbul’un düşmesinden sonra, surlarda Ceneviz kumandan ve askerlerinin ölülerine rastlandı. Hâlbuki Cenevizliler Türklerle dostluk anlaşması imzâlamışlardı. Bu ihânetleri ortaya çıkınca çok korktular. Kendilerine çok ağır cezâlar verileceğini beklerken, Fâtih Sultan Mehmed, Ceneviz vâlisi ve papazını çağırtarak üzüntülerini bildirdi ve Galata’da oturan bu Cenevizliler için bir ferman çıkarttı;

“Evvelden olduğu gibi herkes sanat ve ticâretinde, ibâdetinde serbesttir. Kiliseler açık bulunacak, ancak çan çalınmayacaktır.” şeklindeki emriyle ölüm bekleyen insanları sevindirdi. (Bkz. İstanbul’un Fethi)

Gerek Ortodokslara, gerek Cenevizlilere tanıdığı bu serbestlik, Avrupalıların husûmetini azalttı. Bâzı Avrupalı târihçiler, Türklerin Avrupa’da süratli bir şekilde ilerlemesini, Avrupa’nın kolay fethini bu davranışa bağlarlar ve Osmanlı İmparatorluğu, bu hâdise ile cihânşümûl hâle geldi şeklinde yazarlar. 21 yaşında İstanbul’u fetheden Fâtih, Katolik Avrupa’ya cephe aldı ve Ortodoks Hıristiyanlığın Katoliklerle birleşmesini önledi. Esâsen imparator ve devlet adamları, İstanbul’u kurtarmak için papalığın asırlardan beri istediği fedâkârlığı yapıyor, papalık da Katolik ve Ortodoks kiliselerinin birleşmesi karşılığında askerî yardımda bulunuyordu. Fakat bütün çalışma ve gayretlere rağmen İstanbul’u korumak için Avrupa’dan az bir gönüllüden başka bir şey gelmedi. İstanbul’daki papazlar ve halk da dinlerini korumak için İstanbul’da Lâtin şapkası yerine Türk sarığını görmeyi tercih ettiklerini belirttiler. İstanbul’un fethi ile Osmanlı Cihan Devletinin temelleri atılmış oluyordu. Doğu Roma Fâtihi olarak Edirne’ye dönen Fâtih Sultan MehmedHan, dünyâ politikasını yeniden gözden geçirdi. Devletin geleceği için önemli kararların alınması gerekiyordu. Bizans’ın düşmesini Avrupa’nın hoş karşılamayacağı tabiî idi. Karaman ve İstanbul seferinden sonra, 1453’te Cenevizlilerden Enez’i aldı. 1454’te, Kırım’a bir donanma gönderdi. Aynı yıl Sırbistan Seferine çıktı.KuzeyEge adalarına donanma göndererek buraları ele geçirdi. Rodos Seferini yaptı ise de adayı alamadı. 1455-1456 yıllarında ikinci ve üçüncü Sırbistan seferlerine çıktı. Bu ikincisinde babasından sonra Belgrad’ı tekrar muhâsara etti. Kaleyi savunan Hunyadi Yanoş öldü, Fâtih yaralandı. Fakat Belgrad düşmedi. 1455’te Boğdan Beyliği de Osmanlı idâresine girdi. 1458’de Mora’ya ilk seferini yaptı. 1459’daki Sırbistan Seferi sonunda,Semendire fethedildi ve Sırbistan Devleti son buldu. 1460’da çıktığı İkinci Mora Seferi; Mora prensliklerinin ilgası, Osmanlı devletine katılması, Palegosların sonu ve Bizans kalıntılarının silinmesi ile sonuçlandı. Sonra Güney Karadeniz meselesini ele aldı. 1461’de Ceneviz’den Amasra’yı fethetti. Baharda Sinop’a geldi. Himâyesinde bulunan Candarlı Beyliğine dostça son verdi. Oradan Trabzon’a yürüdü. Denizden de kuşatılan Trabzon Rum İmparatoru teslim oldu.Komnenos imparatorluk hânedanına son verildi. Bu şekilde Batum ve Gürcistan kıyılarına kadar bütün Güney Karadeniz kıyıları Osmanlı Devletine katıldığı gibi Trabzon ve Rize gibi Anadolu’nun son parçaları da Hıristiyanlardan alınmış oldu. Trabzon seferinden dönüşünde Eflâk üzerine yürüdü ve ayaklanan Kazıklı Voyvoda meselesini hâlletti.

Fâtih, 1462’de Yayçe’nin fethiyle netîcelenen birinci Bosna Seferine çıktı. Aynı yıl Midilli Adasını fethetti. 1463’te Bosna’ya bir sefer daha yaptı. Ertesi yıl tekrar Bosna üzerine gitti. 1466’da Karaman Seferine çıktı. Aynı yıl Arnavutluk üzerine yürüdü. 1466-67’ de Arnavutluk üzerine bir sefer daha yaptı. Bu ardı kesilmeyen seferlerde Fâtih, bir taraftan büyük devlet fikrini gerçekleştirecek tedbirler almış, diğer taraftan da cihanşumûl hâkimiyet fikrini benimsemişti. Bunun için Tuna’nın güneyinde ve Fırat-Toroslar sınırının batısında, Osmanlı Devletine katılmıyan hiçbir yer bırakmamak, Karadeniz’i ve Ege denizini birer Türk gölü yapmak, Venedik donanmasını geçerek, deniz kuvvetlerini de kara ordusu gibi dünyânın birinci kuvveti hâline getirmek ve bu işleri tamâmen gerçekleştirdikten sonra, İtalya’yı fethetmek istiyordu. Bu plân artık dünyâca bilinmeye başlanmıştı. Bu projeye karşı yalnız bütün Avrupa değil, Türkiye’nin doğusundaki komşuları da karşı çıktılar. Bu şekilde Osmanlı Devletine karşı, bir ittifak meydana getirildi ve uzun süren savaşlar başladı. Bu büyük savaşlarda, Osmanlıların karşısında yer alan büyük devletler; Akkoyunlular, Venedik, Macaristan, Almanya, Polonya, Kastilya, Aragon ve Napoli idi. Fâtih, dehâsı ile bu ittifaka karşı koymasını bildi. Düşmanlarını bâzen teker teker, bâzen ikişer üçer, bâzen beşer onar yenerek bu büyük savaşlardan da gâlip çıktı. Böylece Türk Cihan İmparatorluğunun temelleri sağlamlaştırılmış oldu. Dünyânın Osmanlı Devleti karşısında âciz kaldığı ortaya çıktı. Venedik’in deniz üstünlüğü târihe karıştı. Böylece dünyâ Hıristiyanlığının iki mühim dayanağından Bizans’ı yıkıp Venedik’i sindirmiş oldu. Uzun süren bu büyük savaşlar 1463’te Fâtih tarafından başlatıldı. Venedik Cumhuriyeti Osmanlılara savaş îlân etti. Macaristan da Venedik’in yanında savaşa girdi.Kısa zamanda Osmanlılarakarşı savaşa girenlerin sayısı arttı. Her cephede düşmanı yıpratan, diplomatik yollarla bezdiren Fâtih, 1470 yazında ordu ve donanması ile Eğriboz Adasına yöneldi.Venedik’in Batı Ege’deki bu alınmaz dedikleri üssünü fethetti. Akkoyunlu Beyi Uzun Hasan, Avrupalıların, Osmanlılarla başa çıkamayacağını anlayınca, Tokat’a hücum ederek burada bir cephe açtı, kuvveti bölmeye çalıştı. 18 Ağustos 1472’de Şehzâde Mustafa, Akkoyunlu ordusunu yenerek işgâl edilen Osmanlı topraklarını kurtardı.

Fâtih, 11 Nisan 1473’te Üsküdar’dan hareket etti. 11 Ağustosta Erzincan yakınlarında Otlukbeli’nde Akkoyunlu ordusunu yendi. Fâtih’in akıncı kuvvetleri, Venedik varoşlarına Almanya içlerine kadar seferler düzenleyerek Avrupa’yı alt üst ettiler. 23. seferini Boğdan, 24.sünü 1476’da Macaristan üzerine yaptı. Pâdişah, 1478’de Üçüncü Arnavutluk Seferine çıktı. Kırım Hanlığı Osmanlı birliğine katıldı. 1480’de üçüncü Rodos Kuşatması netîce vermedi.İyonya Adalarını aldıktan sonra, donanmayı İtalya’ya gönderdi. Temmuz 1480’de Otranto’yu fethettirdi. 1481 senesi ilkbaharında Fâtih Sultan Mehmed 300.000 kişilik bir ordunun başında olduğu hâlde sefere çıktı. 27 Nisan 1481 Cumâ günü kapıkulu askerleriyle Üsküdar’a geçti. Pâdişah Üsküdar’a geçtiğinde hasta olduğu için birkaç gün dinlendi. Daha sonra araba ile hareket etti. Gebze yakınlarındaki Tekir Çayırı veya Hünkâr Çayırına geldiği zaman hastalığı arttı. Bunun üzerine hekimler tarafından konsültasyon yapılarak, verilen ilâcın dozu arttırıldı. Fâtih’in özel doktoru, Yâkub Paşa isminde bir Yahûdî dönmesiydi. Venedikliler, Fâtih’in zehirlenmesi karşılığında bu dönme Paşa’ya büyük bir servet vâdetmişler Yâkub Paşa da bu işi gerçekleştirmişti. Fâtih zehirlendiğini anladığı zaman iş işten geçmişti. Birden bire müthiş sancılar başladı ve 3 Mayıs 1481 Perşembe günü öğleden sonra saat dörtte, 49 yaşında iken vefât etti.

Fâtih’in ölümü bir müddet halktan ve askerden saklandı. Ölüm hâdisesi duyulunca, Sultan’ın bir zehirlenme olayına mâruz kaldığı anlaşıldı ve Yâkub Paşa, asker tarafından parçalanarak öldürüldü. Fâtih’in ölümü, Türk milletini büyük mâteme gark etti .Ölüm haberi Roma’ya ulaşınca, İtalya’da toplar atılıp günlerce şenlikler yapıldı. Papa bütün Avrupa kiliselerinde üç gün çanlar çaldırıp, şükür âyini yapılmasını emretti. Fâtih’in nâşı İstanbul’a nakledilerek Muhyiddîn Şeyh Vefâ hazretleri tarafından kıldırılan cenâze namazından sonra İstanbul’da yaptırdığı Fâtih Câmiinin bahçesine defnedildi. Daha sonra üzerine türbe inşâ edildi. Fatih Sultan Mehmed Han orta boylu, kırmızı beyaz yüzlü, dolgun vücutlu, sakalları altın telleri gibi kalın, yanakları dolgun, kolları kuvvetli, burnunun ucu hafif kıvrık, saçı siyah ve sık olup, kuvvetli fizîkî bir yapıya sâhipti. Londra’da, National Gallery’de, Fâtih Sultan Mehmed’in bir portresi bulunmaktadır. Bu portrenin Centile Bellini tarafından yapıldığı, delil olmadığı hâlde iddiâ edilmektedir. Hâlbuki, National Gallery’de bu portreyle ilgili dosyadaki bilgilerden anlaşıldığına göre, her şeyden önce portre üzerindeki Centile Bellini adı kesin olarak okunamamıştır. Ayrıca Bellini’nin İstanbul’a gelip, Topkapı Sarayı için manzara resimleri yaptığı bilinmekle berâber, Pâdişah’ı gördüğü de belli değildir. Türk târihi, sayılamayacak kadar çok kahraman ve cihângirlerle doludur. Fâtih Sultan Mehmed de bunların başında gelenlerdendir. Çünkü o kılıçla keşfi yanyana yürütmüş, çağ açıp, çağ kapatmıştır. İstanbul’u bütün ganîmetleri içinde firûze bir yüzük taşı gibi parmağında taşımış, bu güzel şehri torunlarının torunlarına bırakmıştır. Onun için, asırlar boyu her cephesiyle yazılmış, çizilmiş, hakkında Garp’ta ve Şark’ta çok şeyler söylenmiştir. Tedkîk edildikçe derinleşen, derinleştikçe deryâlaşan bu cihângirin sayısız vasıflarından bâzıları şunlardır: Fâtih Sultan Mehmed, soğuk kanlı ve cesurdu. Bu özelliğinin en güzel misâlini, Belgrad Muhâsarası sırasında, askerin gevşediğini gördüğü zaman önlerine geçip düşman hatlarına girerek gösterdi. İstanbul Muhâsarasında da donanmanın başarısızlığı yüzünden atını denize sürmesi bu cesâretinin büyük örneğidir. Ne istediğini, ne yapacağını, ne yapabileceğini bilen ve bu büyük işleri başarabilmek için gerekli tedbirleri, yorulmak bilmeyen bir azim, sabır ve sükûnetle hazırlayan bir insandı. Çok merhametli ve müsâmahalıydı. Kendisine elli gün mukâvemet eden, birçok Müslümanın şehid edilmesine sebeb olan İstanbul şehri ve onun sâkinleri hakkında gösterdiği merhamet, aklın alamıyacağı genişliktedir. Hâlbuki o devir Avrupa’sında muzaffer bir kumandan, zaptettiği şehrin halkına görülmedik zulüm ve işkence yapmakta kendini haklı görürdü. Fâtih vicdan hürriyetine büyük kıymet verirdi. İstanbul’a girdiği vakit ayaklarına kapanan İstanbul patriğini yerden kaldırmakla âlicenaplığını gösteren cihângîr, şu sözlerle patriği tesellî etti:

“Ayağa kalkınız. Ben Sultan Mehmed, hepinize söylüyorum ki: Şu andan îtibâren artık ne hayâtınız ne de hürriyetiniz husûsunda gazâb-ı şâhânemden korkmayınız!”

Fâtih, gayri müslim tebeasının din ve mezheplerine aslâ dokunmadı, herkesi vicdânî inanışında serbest bıraktı. Fâtih, İstanbul’un îmârında ücret karşılığında daha çok Rum esirlerini kullandı. Bu sırada biriktirdikleri paralarla hürriyetlerini satın alma imkânını sağladı. Bu müsâmaha o devir dünyâsının hâyâlinden bile geçirmediği bir olgunluk eseriydi. Batılıların iddiâlarına göre şehre giren Türkler, mâbedleri yıkmışlar veya yakmışlar, hiçbir şey bırakmamışlardır. Hâlbuki bunları yıkan ve yakan yine kendileridir. Bizanslılar surlarda açılan gediklerin tâmirinde kullanılmak üzere yüzden ziyâde kilise yıkmışlardır. Öyle ki, Fâtih Sultan Mehmed, Ayasofya’yı yakından seyrederken, bir yeniçeri neferinin kilisenin taşlarından birini sökmek üzere olduğunu görünce, mâni oldu ve; “Size malca alınacak şeylere izin vermiştim, mülk ise benimdir demiştim.” diyerek yeniçeriyi şiddetli bir şekilde cezâlandırmıştır. Askerî ve siyâsi sâhada eşsiz bir dehâ idi. Askerî alanda başarısının ilk özelliği kılıçla kalemin işbirliğidir. Ordunun disiplinine çok dikkat ederdi. En küçük itâatsizliği ve buna sebeb olan subayları şiddetli bir şekilde cezâlandırırdı. Ordusunu, plânsız, düzensiz hareket ettirmez, mâcerâ hevesiyle kan dökmezdi.Kendi devrine kadar atalarının yer yer, ada ada yapmış oldukları akınlarını, plânlı bir fütûhât hâline getirdi ve devletini, sistemli bir idârecilik şuûruyla istikrarlı, yerleşmiş bir devlet yaptı.

Otuz senelik saltanat devresinde düzenlediği küçük, büyük seferler, memleketin coğrafî işbirliğini sağlamaya dayanır. Bu gâyeye ulaşmak için de at geçmez kayalıklardan, geçit vermez nehirlerden geçerek; durup dinlenmeden, kış yaz demeden savaştı. Bütün bu seferleri bir plâna göre yaptığından nereye gitmesi, nerede durması lâzım geldiğini bilerek hareket etti. Yapacağı seferlerin muvaffakiyetle netîcelenmesini sağlamak için aylarca bu seferin bütün teferruâtını hazırlardı. Kumandanlığı ile diplomatlığı dâimâ berâber hareket ederdi.Hangi devlet üzerine sefer düzenleyecekse, o devletin iç ve dış münâsebetlerini, zaaflarını, kuvvetini, diğer devletlerle olan münâsebetlerini en ince noktasına kadar tetkik eder ve sefere hasmının en zayıf ve kendisinin en kuvvetli zamânında çıkardı. Yapacağı seferlerden en yakınlarına bile haberdâr etmez ve bunların gizli kalmasına çok dikkat ederdi. “Sırrıma sakalımın bir tek telinin vâkıf olduğunu bilsem, onu yolar, atarım” sözü meşhurdur. Böyle hareket etmeyi muvaffakiyetlerinin başlıca sebeblerinden sayardı. Nitekim böyle hareket etmesinin netîcesinde İsfendiyâr Beyliği ve Trabzon Rum İmparatorluğunu kolayca ele geçirdi. Çok başarılı bir diplomattı. Otuz sene, Asya ve Avrupa’da bâzan birkaç cephede beş, on hattâ daha fazla devletle birden harb hâlinde bulunduğu günler oldu. Böyle zamanlarda düşmanlarının, kuvvetlerini bölmenin, siyâsî müzâkereler, vaatler ve geçici tâvizlerle müttefikleri birbirinden ayırmanın kolayını buldu. Rodos Adasının fethi için donanmayı hazırlarken, zaman kazanmak için oyalama taktiğine girişerek şehzâde Cem’e bir mektup vererek Demetrios Soplionos isimli Rum ile birlikte Rodos’a gönderdi. Fâtih bu mektubunda hafif bir vergi karşılığında kendileriyle sulh ve sükûn içinde yaşıyacaklarını bildiren diplomatça bir harekette bulundu. Câsuslar bulundurduğu gibi, Avrupalı devletlerin Osmanlılarla ilgili hareketleri müzâkere eden bütün meclislerinde geniş bir haber alma teşkilâtına da sâhipti.Almanya’da yerlilerden elde edilmiş câsusları da vardı. İtalya ise, son derece gizli ve dâimî bir Türk haber alma servisiyle örülüydü. Fâtih’in, bu teşkilâtı sâyesinde düşmanlarından günü gününe haberi olur, hareketlerini değerlendirerek tedbirler alırdı. Fâtih, ordu ve donanmasını iyi bir şekilde tekâmül ettirmişti. Ordunun silâhları birkaç senede yenilenir ve daha geliştirilmiş olanları eskilerinin yerine konurdu. Osmanlı donanmasının tekâmül etmiş şekilde kurucusu Fâtih’tir.

Topçuluğa gerekli ehemmiyeti veren ilk padişâhtır. Fâtih’ten önce, top, bütün dünyâda, daha çok sesi ile düşmanı ürkütmek için kullanılırdı. Büyük kaleleri yerle bir edebileceği ve meydan muhârebelerinde rol oynayacağı hiç düşünülmemişti. Fâtih, bütün bunları akıl ederek, o târihe kadar görülmeyen sayı ve çapta top yapılmasına yöneldi. Topların balistik ve mukâvemet hesaplarını kendisi yaptı. Piyâdeye de, öncesine nisbetle, büyük önem verdi. Osmanlı ordusu esas bakımından bir süvârî ordusu olmaya devâm etmişse de, yeniçeri ve azab gibi piyâde sınıfları, Fâtih devrinde önem kazandı. Fâtih Sultan Mehmed, ilme, sanata ve ilim adamlarına çok kıymet verirdi. Zihniyeti ve tabiatı îtibâriyle ileri hamleden hoşlanan, terakkî ve medeniyetten zevk alan bir pâdişahtı. Tıpkı askerî fetihleri gibi, ilim adına açtığı savaşta da bir âlimler, sanatkârlar ordusu kurdu ve bu muhteşem orduya kendisi serdâr oldu. Yeni devletin kurulması plânının icrâsında eğitim ve öğretimin tesir ve önemini her şeyden üstün tuttu. Maârif sistemini kânunla tanzim ederek ulemâ sınıfı diye tanınan ve idârenin temelini meydana getiren diyânet ve hukuk kurumlarını teşkilâtlandırdı. Devlet idâresini ve bunun ilmîleştirilmesini esas aldı. Aklî ve naklî ilimlerde söz sâhibi olan âlimleri İstanbul’a topladı ve onların talebe yetiştirmesi için medreseler kurdu. Devrinde yetişen büyük âlim ve sanatkârlar mühim eserler verdiler. Fıkıh ilminde Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürânî, Molla Yegan, Hızır Çelebi, matematikte Ali Kuşçu, kelâmda Hocazâde, zamânının büyük âlimlerindendi ve ülkesine dünyânın dört bir tarafından âlimler akın ederdi. Hattâ Molla Câmî bile İstanbul’a gelmekteyken, Pâdişâh’ın ölüm haberi üzerine geri döndü. İyi bir komutan ve devlet reisi olan Fâtih, aynı zamanda iyi bir ilim adamı ve şâirdi. Latince ve Rumca ile Arapça, Farsça ve Türkçeye bütün incelikleriyle vâkıftı. Şiirde, devrin üstatları arasında yer aldı. Hattâ sarayda dîvân sâhibi olan ilk pâdişâhtı. Çünkü o, medeniyetin, sanatsız olarak fertlerin gönüllerinde yer alacağına ihtimâl vermiyordu. Dedelerinin devlet kuruculuk kudretini, irâdeli bir idârecilik şuuruyle geliştirmesini bilen Fâtih, çevresinde devrin üstad şâirlerini topladı. Avnî mahlâsıyla edebî değeri yüksek beyit ve gazeller söyledi. Aruzu, usta şâirlerden farksız bir hâkimiyetle kullandı, şiirlerinde ince hissiyât ve düşüncelerini dile getirdi. Bizümle saltanat lafın idermiş ol Karamanî Hudâ fursat virürise, kara yire karam-anı beyti, Karamanoğlu’nun çıkardığı fitne ve fesatlar karşısında şahlanan celâlini gösterdiği gibi, aşağıdaki şiiri de ince duygular sâhibi hassas bir gönlün Türk edebiyâtına nâdide bir armağanıdır:

Sevdün ol dilberi söz eslemedün vay gönül
Eyledün kendözüni âleme rüsvây gönül
Sana cevr eylemede kılmaz o pervây gönül
Cevre sabr eyleyimezsin n’ideyin hay gönül
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül
Bilmedüm derd-i dilün ölmek imiş dermânı
Öleyin derd ile tek görmeyeyin hicrânı
Mihnet ü derd ü game olmağiçün erzânî
Avnîyâ sencileyin mihnet ü gam-keş kanı
Gönül eyvây gönül vay gönül eyvây gönül

İstanbul’un fethinden sonra Fâtih, hocası Akşemseddîn’in elini öpüp, tahtı tâcı bırakıp derviş olmak istedi. Akşemseddîn bu teklifi reddederek, devlet işlerine memur edilen pâdişâhın asıl vazîfesini yapmamış olacağını, dîn-i İslâm ve adâletle memleketi ve dünyâyı idâre etmenin daha makbul olduğunu; aksi hâlde din ve devletin zarar göreceği için, ikisinin de Allah indinde mesul olacaklarını bildirdi. Bunun üzerine Allah aşkı ile yanan kalbinin ateşini de şiirleriyle ortaya döktü. Fâtih Sultan Mehmed, kelâm ve matematik ilminde devrinin en büyük otoritelerinden biriydi. Bizanslı târihçi Kritobulos’un hayranlıkla anlattığı, balistik sâhasındaki keşifleri, ortaçağın surlarını yıkmıştır. Bu sûretle Avrupa’nın timsâli olan derebeyi şatoları toplarla yıkılarak büyük devletler kurulmuş; netîcede büyük güç kaynakları biraraya toplanarak ortaçağa son verilmiştir. Bu sûretle Türkler, ortaçağdan yeniçağa Avrupa’dan daha evvel geçmişlerdir. Fâtih Sultan Mehmed, teşkilatçı ve îmârcı idi. Devlet idâresini tam bir intizâm içinde yürütmek için lüzum ve ihtiyâç görüldükçe İslâmın esaslarına uygun kânunlar ve fermanlar yayınladı. Tanzimât dönemine kadar Osmanlı Devletinin temel kânunu olarak mer’iyyette kalan Fâtih Kânunnâmesi çok mühim bir eserdir. Pâdişâhın görüşleri alınarak sadrâzam Karamânî Mehmed Paşa tarafından hazırlanan bu çok önemli kânunnâmeyi, Nişancı Leyszâde Mehmed Çelebi kaleme almıştır. Kânûnî Sultan Süleymân devrinde hazırlanan kânunnâmede de bu eser esas alınmıştır. Osmanlı Devletinin bütün temel müessese ve teşkilâtı, Fâtih devrinde en mükemmel hâle gelmiştir. Enderûn Mektebini kurarak memleket için gerekli devlet adamı yetiştirilmesini yine o sağlamıştır.

Fâtih Sultan Mehmed, doğu Türkleri ile temâsa büyük önem verdi. Oğlu Sultan İkinci Bâyezîd de Türk medeniyetini ilerletmek husûsunda babasını tâkip etti. Doğu Türklerinin, Timur Han devri medeniyeti denilen medeniyet hareketlerinin benzeri, Fâtih devrinde Osmanlılarda tahakkuk etti. Fâtih, batı dillerinden bir kaçını bilmesi sebebiyle Avrupa literatürünü çok iyi tâkib etmiş, Türklerin her hususta Avrupalılardan üstün bulunması sebebiyle, Avrupa’dan bir şey alma ihtiyâcını duymamıştır. İstanbul’un îmârına çok önem veren Pâdişâh, saray, câmiler, medreseler ile hamamlardan başka şehrin çeşitli yerlerinde 4000 dükkan yaptırarak vakfetti. Büyük câmilerin yanındaki medreselerin hâricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı Su Tesisâtı ile iki gemi tersânesi ve kışla yapılan binâlar arasındadır.İstanbul îmâr olunurken, diğer taraftan Bursa,Edirne gibi şehirlerde îmâr faâliyetleri büyük bir hızla devâm etti. Bu devirde Bursa’da 37, Edirne’de 28 ve sâir şehirlerde 60 câmi yapıldı. Edirne’de Tunca Nehri kenarında 1451 senesinde büyük bir saray inşâ edildi. Bu sarayın bir modeli Topkapı Sarayıdır. Bu saray, 1876 Osmanlı-Rus Harbinde cephâne infilâkıyla harâb oldu. Batılı gözüyle Fâtih: Büyük devlet ve ilim adamı olan Fâtih, en büyük düşmanlarının gözlerini kamaştıran pâdişahtır. Eserlerinde ondan takdirle bahsetmişlerdir. Fetih sırasında İstanbul’da bulunan İtalyan Zorzo Dolfin bir keresinde şöyle demiştir:

“Sultan Mehmed, çok az gülerdi. Zekâsı, dâimî bir çalışma hâlindeydi. Çok cömertti. Her işte fevkalâde atılgan, hattâ cüretkârdı. Seçtiği hedeflere erişmek için çok ısrar ederdi. Soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa tahammüllüydü. Kesin konuşur, kimseden çekinmezdi. Zevk ve sefâdan uzaktı. Türkçe, Yunanca ve Sırpçayı çok iyi konuşurdu. Her gün bir müddet okurdu. Roma târihi, başka devletler târihi, Laerce, Tite-Live, Herodot, Quinte-Curce, Papaların, Alman İmparatorları ile Fransa ve Lombardiya krallarının vak’aları okuduğu târihler arasındaydı. Avrupa’daki bütün devletleri tanırdı. Özellikle İtalya’nın coğrafyasını en ince noktasına kadar bilirdi ve bir Avrupa haritasını yanından ayırmazdı. Askerî ve coğrafî ilimlerle isteyerek meşgul olur, araştırmalar, incelemeler yapardı. Tabiiyyeti altında bulunan ülkelerin âdet ve şartlarını devletin ve bölgenin menfaatlerine kullanmakta mahâretliydi.”

Diğer bir İtalyan târihçi Langusto, İstanbul’un fethinden sonra şöyle yazmıştır: “Sultan Mehmed, ince yüzlü, ortadan fazla uzun boylu, silâhlar kuşanmış, asil tavırlı, çok az gülen, devamlı öğrenmek ihtirâsı ile yanan, cömert ve iyi kalpli, gâyelerine ulaşmakta inatçı bir hükümdârdı. En çok harp sanatına meraklıydı. Her şeyi öğrenmek isteyen zekî bir araştırmacıydı. Sefâhat düşkünlüğü olmayıp, kötü âdetleri yoktu. Harem dâiresinde çok az vakit geçirirdi. Nefsine hâkim ve uyanıktı. Her şarta tahammül gösterebilirdi ve bir cihân devleti peşindeydi.”

Alman müsteşrik Franz Babinger, Mehmed-IIder Eroberer und seine Zeit Weltenstürmer einer Zeitenwende adlı eserinde şöyle yazmaktadır: “Türk dünyâsı için Fâtih günümüze kadar, bütün imparatorların en büyüğü olup, beşer târihinde başka her hangi bir şahsın kendisiyle mukâyese edilmesi zordur. O Türk milletine, bütün târihinin en harîkulâde ve en yaklaşılması gayr-i kâbil şâhsiyet olarak takdim edilmiştir. Batı âleminin mukadderâtı, Fâtih Sultan Mehmed’in görünmesiyle sarîh bir şekilde işâretlenmiştir. Kudretli şahsiyeti, büyük Avrupa sâhalarının dış görünüşünü derinden değiştirmiştir. Ortaçağdan çıkarken insanları ve dünyâyı görüş tarzında, Fâtih’in şahsiyeti, zekâları tesir altında bırakmıştır.”

Adâletten kıl kadar ayrılmayan, kendisine takdir edilen iki mısrâlık basit şiir için sâhibine bol ihsânda bulunan ve bir çiçek yetiştirene 500 altın bahşiş veren Fâtih, her bakımdan devrinin üstüne çıkmış bir hükümdâr ve insan-ı kâmildir. Bu büyük cihângir hakında günümüze kadar binlerce kitap yazılmıştır.

 

BAYEZİD HAN II

Sekizinci Osmanlı padişahı. Fatih Sultan Mehmed’in iki oğlundan büyüğüdür. 1447 yılında doğdu. Küçük yaştan itibaren tam bir ihtimamla yetiştirilen şehzade Bayezid, devrin en kıymetli alimleri elinde tahsil gördü.

Yedi yaşındayken, Hadım Ali Paşa nezaretinde Amasya valisi oldu. 1473 Otlukbeli Savaşına sağ kol kumandanı olarak katıldı. Babası Fatih, 3 Mayıs 1481 tarihinde sefere giderken Gebze’de vefat edince, 20 Mayıs 1481’ de tahta çıktı.

Ancak Bayezid, kardeşi Cem Sultanın muhalefeti ile karşılaştı. Bursa’yı alan ve adına hutbe okutan Cem’e karşı Yenişehir Savaşını kazanan Bayezid duruma hakim oldu.

Fakat Cem meselesi sona ermedi. Tersine olarak bu iş doğu ve batı devletlerinin en çok ilgilendikleri bir problem halini aldı. Devlet bu yüzden daimi bir tehdit altına girdi.

Çünkü Cem’in Avrupa’ya geçmesi Hıristiyan devletlerce ve bilhassa papalık makamınca Türkler hakkında beslenilen kötü fikirlerin tatbik sahasına konulması için bir fırsat olarak kabul edildi ve Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması için en müsait vaktin geldiği sanıldı.

İşlerin tehlikeli bir yola girdiğini gören Bayezid Han bu sebeple 16 Ocak 1482’ de Venediklilerle bir antlaşma imzalayarak Hıristiyanlığın en kuvvetli uzuvlarından birini felce uğrattı. Böylece, zahiren de olsa, onların dostluğunu temin ederek, 17 yıl Osmanlılar aleyhindeki teşebbüslere seyirci kalmalarını sağladı. Boğdan Voyvodasının yıllık vergisini ödememesi ve aleyhte faaliyetleri üzerine 1484 yılında bu ülkeye karşı sefere çıkan Bayezid, 15 Temmuz' da Kili ve 11 Ağustos’ta Akkerman Kalesini fethetti. Bu sırada Osmanlıların, daha önce Cem’e sahip çıkarak Bayezid’e karşı kışkırttığı gerekçesiyle aralarının açık olduğu Memluklülerle Dulkadir Beyliği üzerindeki hakimiyet meselesi yüzünden 1485’ te başlayıp 1491’e kadar devam eden savaşlara girişildi. Genelde küçük birliklerin vuruşmaları şeklinde cereyan eden savaş sonunda kesin bir netice alınamadı.

Sultan Bayezid, kardeşi Cem’in 1495’te Napoli’de vefat etmesinden sonra, Osmanlı Devletinin dış politikasına başka bir yön verdi. 1498 senesi ilk ve sonbaharında Silistre sancakbeyi Bali Bey kumandasında 40 bin kişilik akıncı birliği Lehistan’a Osmanlı tarihinin en büyük akın hareketlerini gerçekleştirdiler. Bu arada Venediklilerin Mora üzerine tecavüzi hareketlerde bulunması üzerine de Sultan, 1499’da Mora seferine çıktı. 25 Ağustos’ ta İnebahtı, 9 Ağustos 1500’ de Modon ve 16 Ağustos’ da Koron Venediklilerden alındı. Bayezid Han batıda daha önemli fetihlere başlama noktasındayken, doğuda büyük bir tehlike ile karşı karşıya kaldı. Bu sebepten Osmanlı Sultanı 1502’ den sonra zamanını Safevi hükümdarı Şah İsmail’ in türlü entrikalarını karşılamaya hasretti. Memluklülerle birlikte ona karşı askeri tedbirler aldı. Fakat bilhassa onunla bir ihtilafa düşmemeye çalıştı. Çünkü Anadolu’da kalabalık bir halk kütlesi, Şah İsmail tarafını tutuyordu. Nitekim 1511’de patlak veren Şah Kulu Baba Tekeli isyanında Kütahya’yı ele geçiren asiler güçlükle bastırılabildiler. Sultan Bayezid’in son yılları, saltanatı ele geçirmek isteyen oğullarının mücadelesine sahne oldu. Neticede kardeşlerine karşı daha dirayetli olan ve yeniçeriler tarafından da desteklenen oğlu Selim İstanbul’a davet edildi. Selim, 24 Nisan’da Bayezid’in huzuruna gelerek el öptü. Bayezid ellerini kavuşturarak duran Selim’e;

“Adaletten ayrılma, acizlere ve biçarelere karşı merhametli ol. Kimsesizlere şefkat göster, herkesin sana ram olmasını istiyorsan ulemaya çok saygı göster; zaruret olmadıkça kimseye sert davranma.”

dedikten sonra çok dualar etmiş ve padişahlığını Allahü tealanın mübarek etmesi dileğiyle saltanatı kendisine teslim etmiştir. Bayezid Han, daha sonra Dimetoka’daki saraya giderken Abalar köyü mevkiinde hastalanarak 26 Mayıs 1512 günü vefat etti. Kabri İstanbul’da Bayezid’deki caminin yanındaki türbededir.

İlim sahibi, takva, adalet ve merhametten ayrılmayan vakarlı ve hilmiyle meşhur bir padişah olduğu için Veli Bayezid olarak bilinir. Bayezid meydanında kendi külliyesi ile birlikte camiinin inşası bitince Padişah:

“Her kim ömrü boyunca ikindi ve akşam namazlarının sünnetlerini terk etmemiş ise, ilk Cuma namazında imam olsun!” buyurmuştu. Bu hususta kendisinden başka kimse çıkmamış, sulhte ve seferde hiçbir sünneti bırakmadığı için namazı kendisi kıldırmıştır. Sultan Bayezid’in mührünü taşıyan sayısız yazma eserin Türkiye ve Avrupa kütüphanelerinde bulunması onun kültür faaliyetlerini açıkça göstermektedir. Bayezid Han vaktinin çoğunu mütalaa ile geçirir, okuduğu kitaplar hakkında düşüncesini yazardı. Namına çok eser yazılmıştır. O, eserlerin açık ve anlaşılır bir dil ile yazılmasını emrederdi. Bu yönüyle Türk diline verdiği ehemmiyet ortaya çıkmaktadır. Bayezid Hanın alimliği, şairliği, hat sanatkarlığı, ilim ve şiir erbabına gösterdiği saygı ve sevgi, Fatih Sultan Mehmed’in oğluna yakışır derecedeydi. Adli mahlasıyla Türkçe ve Farsça şiirler yazmıştır. Sultan İkinci Bayezid Hanın otuz seneden fazla süren saltanatı boyunca, sulh ve sükunu tercih etmesi, donanmayı yenileyip hazırlıklar yapması, kendisinden sonra tahta geçen oğlu Yavuz Sultan Selim Hanın fasılasız seferler ile meşgul olmasına vesile oldu. Zamanında yeniçeri ocağını genişletti. Ağa bölükleri kuruldu. Donanmaya ehemmiyet verilerek, yelkenli savaş gemileri yapıldı ve gemilere uzun menzilli toplar yerleştirildi. Timar teşkilatında değişiklik yapıldı. Sultan Bayezid bir taraftan devlet teşkilatını sağlamlaştırarak halkın huzur ve sükununu temin etmek için uğraşırken, diğer taraftan doğudan batıya kadar bütün müslümanların meseleleri ile ilgilendi. Memleketin her tarafında imar faaliyetlerini devam ettirdi. Yaptırdığı en önemli eserler arasında Amasya’da medrese, cami ve zaviye, Edirne’de bir darüşşifa ve İstanbul’da Bayezid Camii, medrese ve imareti başta gelmektedir.

 

YAVUZ SULTAN SELİM HAN

Osmanlı sultanlarının dokuzuncusu, İslâm halifelerinin yetmiş dördüncüsü. Sultan İkinci Bâyezîd Hanın oğlu olup, annesi Dulkadirli âilesinden Âişe Hâtundur.

1470 yılında Amasya’da doğdu. Şehzâdeliğinde, devrin âlimlerinden mükemmel bir tahsil ve terbiye gördü. Arap, Fars dilleriyle yüksek din ve fen ilimlerini öğrendi.

Askerî sevk ve idâre ile devlet yöneticiliğini öğrenmesi için şehzâdeliğinde Trabzon Vâliliğine gönderildi. Trabzon’da başlayan devlet idâreciliğinde, pehlivan yapılı vücûdu, devrin silâhlarını kullanmadaki mahâreti, Müslümanlara hayranlık ve rahatlık, düşmanlara korku ve dehşet verdi. İdâreciliğini Trabzon dışına da taşırarak, Osmanlı Devleti aleyhine propaganda yapan âsileri tâkip ettirdi. Trabzonluları rahat bırakmayan Gürcüler üzerine üç sefer yaptı.

1508 Kütayis Seferinde Kars, Erzurum, Artvin illeriyle on beş mahalli fethederek Osmanlı topraklarına kattı. Buralarda yaşayan Gürcülerin hepsi Müslüman oldu. Diğer taraftan Şah İsmâil’in Doğu Anadolu’da artan ve Akdeniz sâhilleriyle İç Anadolu içlerine ve Rumeli’ye kadar varan propagandasına karşı, gâyet şiddetli tedbirler aldı.

Şah İsmâil’in gâyesi ve propagandasının neticesini iyi tespit ettiğinden, daha köklü tedbirler alınması gerektiğini teşhis etti. Vâlilik selâhiyetiyle bütün ülkede, Şâh İsmail’in faaliyetlerinin önüne geçilemeyeceğini bildiğinden, şehzâdeler meselesinden faydalanarak, Osmanlı tahtına namzed oldu.

Babası İkinci Bâyezîd Han hayatta olmasına rağmen, Şehzâde Ahmed ve Korkud Osmanlı Sultanı olmak için faaliyetlerde bulunduğundan, Şehzâde Selim de harekete geçti. Uzun mücâdelelerden sonra, 24 Nisan 1512 târihinde, Osmanlı Sultanı olup, babası İkinci Bâyezîd Hanı yılda iki milyon akçe tahsisatla Dimetoka’ya, büyük hürmet göstererek maiyetiyle berâber yolcu etti. Babası 26 Mayıs 1512 târihinde yolda vefât edince, cenâzesini İstanbul’a getirtti. Bâyezîd Câmii yanına türbe yaptırıp, buraya defnettirdi. Sultan Selim Han, tahta geçtikten sonra 1512 ve 1513 yıllarında iç meseleleri halletti. Ülke içinde hâdise çıkartan ve ilerisi için büyük tehlike olabilecek râfizi faaliyetlerin teşvikçisi, doğudaki Sâfevî devletine karşı sefere çıkmadan batı, kuzeybatı ve güney hudutlarını emniyete aldı. Eflâk, Boğdan, Macar, Venedik ve Mısır elçileriyle sulhun devâmını teyid eden antlaşmalar imzâladı. Bu sırada Akkoyunlu Devletini ortadan kaldıran, Âzerbaycan, Irak-ı Acem, Irak-ı Arab ve İran’ı ele geçirerek Ceyhun Nehrine kadar hududunu genişleten Şah İsmail, sünnî Özbekleri de yendikten sonra, Anadolu’ya yönelmişti. Gönderdiği dâî ve halifeleri vâsıtasıyla Osmanlı hudutları içinde yaşayan Şiîleri kendisine bağlıyor ve fırsat buldukça da isyanlar çıkartıyordu. Şah İsmail’in bu tehlikeli teşebbüslerini önlemenin tek çıkar yolunun, Anadolu’da Şiîliğin gelişmesini önlemek hattâ kökünü kazımak olduğunu biliyordu. Bunun için İran’da kurulan Şiî devletlerin ikide bir Osmanlı Devletini tehdit etmesine ve batıya karşı açılan her seferde Osmanlıyı arkadan vurmasına son vermek emelindeydi. Bu sebeple daha önceki Osmanlı sultanlarının Avrupa fütuhâtını doğuya çevirdi. Bu sâyede İslâm âlemini birleştirmek, Anadolu Türklüğü ile Orta Asya’yı birbirine yaklaştırmakla Asya ve Afrika’daki devletlerin Osmanlı hâkimiyetine girmesi mümkün olacaktı.

Yavuz SultanSelim Han topladığı olağanüstü dîvânda, Şah İsmail’in yaptığı saldırıları bir bir anlattı. Dîvânda yapılan uzun müzâkerelerden sonra İran’a sefere karar verildi. Sefer hazırlığı esnâsında, şehzâdeliğinden beri tespit ettirdiği bozguncuları, memleket aleyhinde çalışanları sürgün, hapis ve gerekli olan cezâlarla cezâlandırdı. Sultan Selim Hanın âsi, hâin ve ahlaksızları Anadolu ve Rumeli’den temizlemesi, Türkiye’nin birlik ve berâberliği, ülke bütünlüğü için çok yerinde isâbetli bir karar oldu. Bu arada sefer hazırlıklarını tamamlayan Yavuz, 20 Nisan 1514’te Üsküdar’a geçerek orduyu hümâyun ile İran Seferine çıktı. Anadolu’dan takviye kuvvetleri alınarak ilerlendi. Şah İsmail, yiğitlik harcı olan er meydanına dâvet edildi. Meydana çıkmayınca, Sâfevî topraklarına girildi. Şahın, Sultan Selim Hana karşı ülkesini müdâfaa etmemesi üzerine ikinci bir nâme gönderildi. Bu nâmede; Osmanlı ordusunun uzun bir yoldan gelip epeyden beri muhârebe için ordu aramasına rağmen meydana çıkan olmadığı, pâdişâhların ellerindeki memleketlerin nikâhlıları olduğu, erkek ve yiğit olanın onu nâmahreme dokundurtmayacağından bahsedilerek, miğfer yerine yaşmak, zırh yerine çarşaf giymesi tavsiye edildi. Kadın elbiselerinden hırka, şal ve çarşaf gönderildi. Osmanlı ordusunun aylardır yolda bulunması, sefer güzergâhını Sâfevîler çekilirken tahrip etmesi, Şah İsmâil’in ajanlarının faaliyetleri, Yeniçeriler arasında hoşnutsuzlukların çıkmasına sebep oldu. Sultan Selim Han sefer bozguncularına, meselenin gâyet hassas olduğu bu safhasında aldığı kesin ve kararlı tedbirle mâni oldu. Çadırına ok atacak kadar ileri gidildiğinde askere verdiği nutuk, harp psikolojisinin şaheserlerindendir. Bu nutukla; hedefe daha varılmadığını, seferden aslâ dönülmeyeceğini, cihad için çıkılan bu seferden hâtunlarını düşünenlerin dönebileceğini, yiğit olanın gelmesini isteyip, tek başına da olsa gideceğini, bütün heybet ve azâmetini göstererek, gür sesiyle söyledi. Sultan Selim Hanın nutku asker arasında çok tesirli oldu ve ordu onu tâkip etti. Bu arada Sâfevî ordusunun Çaldıran Ovasında olduğu haberi alındı. Çaldıran’da mevzii alındı. Sultan Selim Han kumandasındaki Osmanlı ordusu ile İran Şahı İsmail-i Sâfevî kumandasındaki Sâfevî ordusu, 23 Temmuz 1514 târihinde Çaldıran Ovasında muhârebeye tutuştu. Çaldıran Ovasında yapılan meydan muhârebesi, Osmanlı zaferiyle neticelendi. Şah İsmâil-i Sâfevî tahtını, tacını ve hanımını muhârebe meydanında bırakarak, kaçtı (Bkz. Çaldıran Muhârebesi). Sâfevî başşehri Tebriz’e kadar ilerlendi. Şah İsmâil, İran içlerine kaçtı. Sultan Selim Han, Tebriz’e girip, şehirde kaldı. Tebriz’de Cumâ selâmlığı yapıp, hutbeyi aslına uygun olarak, dört halîfeyi zikrettirerek, adına okuttu. Tebriz’deki âlim, sanat erbâbı, tüccar âilelerini İstanbul’a gönderdi. Sultan Selim Han, bölgedeki fetihleri tamamlamak için, kışı Âzerbaycan’daki Karabağ’da geçirmek istedi. Başşehirden çok uzakta bulunulması bâzı devlet adamları ve askerlerin hoşnutsuzluğuna sebep olunca, Amasya’yâ hareket etti. Amasya’da fesatçıları cezâlandırdı. Doğu ve güney hudutlarının emniyet altına alınması gerekiyordu. Çaldıran’da gayret gösteren Bıyıklı Mehmed Ağaya Bayburt, Erzincan ile Kiğı’nın beylerbeyiliği verilip, âsilerin elindeki Kemah Kalesini muhâsara etmekle vazifelendirdi. Sultan Selim Han da 1515 Mayıs ayında Kemah’a geldi. Pâdişâhın da muhâsaraya katılmasıyla, Kemah muhâfızı 19 Mayıs 1515 târihinde kaleyi Osmanlılara teslim etmek zorunda kaldı. Mısır Memlûkleri ve İran Sâfevîleri ile Osmanlıya karşı münâsebetleri tespit edilen Dulkadiroğulları Beyliğinin de Anadolu’nun birlik ve berâberliği için Osmanlı ülkesine katılması gerekiyordu. Sultan Selim Han, Rumeli Beylerbeyi Sinan Paşayı 409.000 kişilik kuvvetle Dulkadirli ülkesinin zaptına gönderdi. Osmanlı kuvetleri, Göksun Muhârebesi ve Turna (Nurhak) Dağı harekâtında Dulkadirli Alâüddevle ve ordusunu mağlup etti. Alâüddevle ve oğulları öldürülerek, ordusu bozuldu. Dulkadirli ülkesi bütünüyle fethedildi. Dulkadir memleketi başta Maraş ve Elbistan olmak üzere bir sancak hâline getirilerek Şehsuvaroğlu Ali Beye verildi. Bu savaşta büyük hizmetleri görülen Hadım Sinan Paşa da veziriâzamlığa tâyin edildi. Dulkadirli topraklarının Osmanlıya katılmasıyla, Mısır Memlûkleri ile hudut komşusu olması Osmanlı-Memlûk münâsebetlerini gerginleştirdi.

Doğu ve güneydeki fetihlere devam edilerek Çaldıran Zaferinden sonra Osmanlı hizmetine giren; Doğu Anadolu’da çok hürmet edilen meşhur âlim, târihçi ve yazarlardan İdris-i Bitlisî Osmanlı nüfûzunu bölgede hâkim kılmak için çalışmaya başladı. Bıyıklı Mehmed Paşa, Diyarbekir’i zapt etmekle vazifelendirildi. Diyarbekir, bölgenin merkezi durumunda büyük bir şehir olup, müstahkem kalesi vardı. Şehir ve suru ile muhâfazasında bulundurulan kuvvet miktarı, Sâfevîlerin batı hududunda set vazifesi görmekteydi. Bıyıklı Mehmed Paşa, 1515’te Diyarbekir’e karşı harekete geçerek, şehri muhâsara altına aldı. Sâfevîli muhâfız Karahan, Osmanlının şiddetli muhâsarasına dayanamayıp, şehri terk ederek, Mardin tarafına çekildi. 19 eylül 1515 târihinde, Diyarbekir’in merkezi olan Âmid kalesi fethedildi. Mardin’e sığınan Sâfevîli kuvvetler de, meşhur âlim İdris-i Bitlisi’nin nüfûzuyla bölgeden atıldı. Safevîli Karahan, Ekim ayında Koçhisar mevkiinde yapılan muhârebede öldürüldü. Osmanlının askerî kuvveti, İdris-i Bitlisî’nin mânevî tesiriyle, beylerinin çoğu Sünnî olan bölge Osmanlı hâkimiyetini tanıdı. Çaldıran Zaferi sonrasında, Doğu ve Güney harekâtıyla; Harput, Silvan, Bitlis, Hısnkeyfâ, Diyarbekir, Urfa, Mardin, Cezîre’den Rakkâ’ya kadar olan Kuzeydoğu bölgeleri ile Musul havâlisi Osmanlı idâresine alındı. Sultan Selim Han, 1514 baharında çıktığı İran Seferinden 1515 yazında döndü. Sefer dönüşünde İstanbul’da devletin idârî, siyâsî, askerî, sosyal, iktisâdî ve ticârî meselelerinin halline başladı. Sefer esnâsında meydana gelen hâdiseleri bütünüyle tetkik ve tahkik ettirdi. Devlet adamlarını tek tek huzûruna çağırıp, hâdiselerin sebep ve suçlularını tespit etti. Yeniçeriler, suçlarını anlayıp, “Hepimiz günâhkarız!” diyerek, pâdişâhtan af istediler. Hâdiseleri kökünden hâlletmeye azimli olan pâdişâh, tahkikâtı derinleştirerek suçluları tespit etti. Hâdiselerden Kazasker Tâcizâde Câfer Çelebi, İkinci Vezir İskender Paşa ve Ocaktan Sekbanbaşı Balyemez Osman Ağa suçlu bulunarak, huzûra çağrıldı. Bizzat Câfer Çelebi’ye: “İslâm askerini itaatsizliğe ve isyana tahrik edenin cezâsı nedir?” diye fetvâ istedi. O da: “Eğer sâbit olursa cezâsı îdâmdır.” deyince: “Senin fesadın, bence gerek lâhikan ve gerek sâbıkan sâbittir ve kendi hakkındaki fetvâyı kendin verdin.” diyerek suçluları Dîvân-ı hümâyûn önünde îdâm ettirdi. Pîrî Mehmed Paşayı yeni bir donanma ve tersâne inşâ ettirmekle vazifelendirdi. Sultan Selim Han, istikâmetini gizli tuttuğu sefer için ordu ve donanma hazırlattı. Seferin tekrar İran’a olduğu tahmin edilmekteyse de, donanmanın hazırlanışından denizde kıyısı olan Mısır Memlûkleri ihtimâlini kuvvetlendirmekteydi. Osmanlı-Memlûk münâsebetleri Şah İsmail ve Dulkadirli meselesinden çıktı. Sultan Selim Hanın, buna rağmen, ikinci sünnî devletin Haçlılara ve İran Sâfevîlerine karşı ortak mücâdele etmesi gerektiğini belirten temasları oluyordu. Sultan Selim Han, 1516 baharında veziriâzam Sinan Paşayı 40.000 kişilik bir kuvvetle Maraş üzerinden Fırat tarafına sevk etti. Veziriâzam Sinan Paşa, Fırat Nehrini geçip, Diyarbekir’e gitmeye memur olduğunu huduttaki Memlûk beylerine bildirdi. Fırat Nehrini geçmek için izin istedi. Memlûkler, Suriye hudûdunda kuvvet bulundurduklarından, Osmanlı talebini reddettiler. Sultan Selim Hana durum bildirildi. Sinan Paşanın Memlûk hudûduna gelmesi üzerine, Mısır Sultanı Kansu Gûri de 50.000 kişilik bir kuvvetle Şam’a geldi. Mısır Sultanının durumu Sultan Selim Hana arz edildi. Kansu Gûri’nin Şah İsmâil-i Sâfevî ile ittifakı ihtimâline karşı, güney hudûdundan ve gerisinden daha da emin olmak için Mısır Seferine karar verildi. Müslümanlara işkence ve eziyet edip, Eshâb-ı kirâm ve Ehl-i sünnet âlimlerini kötüleyenlere karşı sefere giderken, buna mâni olmak isteyen bir İslâm hükümdarına karşı ne yapmak lâzım geldiğini âlimlere sordu. Âlimler, sefer açılabileceğini bildirdiler. Hilâfeti de himâye eden Memlûklere karşı sefer için fetvâ alınıp harp etmek meşrulaşınca, kendi kumandasındaki kuvvetlerin Kayseri’de toplanmasını emretti. Ayrıca Rumeli Kâdıaskeri Zeyrekzâde Rükneddîn ile ümerâdan Karaca Paşayı Kansu Gûri’ye elçi gönderdi. Osmanlı elçisi, Mısır Memlûk Sultanından, İran üzerine hareketle oraları bozgunculardan temizleyeceğini ve kendisine hayır duâ edilmesini istiyordu. Kansu Gûri, Osmanlıların Dulkadirli topraklarının zaptını uygun karşılamadığından, eçlileri önce hapsettirdiyse de, sonra serbest bırakıp, Sultan Selim Hana yüz kantar şeker ve büyük kutularla helva gönderdi.

Sultan Selim Han, 1516 Haziranında Mısır Seferine çıkıp, Osmanlı Donanması da Suriye sâhillerine gönderildi. Sultan Selim Han, Mısır elçisi Moğolbay’ı ülkesine geri gönderirken: “Efendine söyle, Mercidâbık’ta karşıma çıksın.” dedi. Memlûk Sultanı Kansu Gûri, yanında Abbâsî Halîfesi Üçüncü Mütevekkil olduğu halde Mercidâbık’a geldi. Sultan Selim Han kumandasındaki Osmanlı ordusu da, Mercidâbık’a gelip, Kansu Gûri kumandasındaki Memlûk ordusu ile, 24 Ağustos 1516 târihinde muhârebeye tutuştular (Bkz. Mercidâbık Meydan Muhârebesi). Muhârebe Osmanlıların üstün harp gücü ve teknik imkânlarıyla zaferle sonuçlandı. Son Abbâsî Halîfesi Üçüncü Mütevekkil Sultan Selim Hanın yanına getirilip, çok hürmet gösterildi. Suriye Osmanlı hâkimiyetine geçti. Suriyeliler, Osmanlı adâlet ve Müsâmahalarını iyi takdir ettiklerinden halk ve kale muhâfızları şehirlerin anahtarlarını SultanSelim Hana kolayca teslim ettiler. Sultan Selim Han; Halep, Hama, Humus ve Şam şehirlerine girdi. Üç ay kadar Şam’da kaldı. Memlûk Sultanı Kansu Gûri, Mercidâbık Muhârebesi sonrasında vefât ettiğinden, Mısır Kölemenleri de Tomanbay’ı sultanlığa getirmişlerdi. Sultan Selim Han, Tomanbay’a Osmanlı hâkimiyetini tanıması şartıyla, antlaşma teklifi için iki elçi gönderdi. Osmanlı elçileri, Sultan Tomanbay’ın arzusu dışında, Kölemenlerce öldürüldü. Sultan Selim Han, Osmanlı elçilerinin katledilmesini harp sebebi saydı. 15 Aralık 1516 târihinde Şam’dan Mısır Seferine çıktı. Mısır’ın merkezi Kâhire’ye ulaşmak için Sina Çölünü geçmek gerekiyordu. Eski fâtihlerin bütün teşebbüslerine rağmen, kurak ve çorak çölün geçilmesi imkânsız gibi olduğundan vezir Hüseyin Paşa başta olmak üzere Mısır Seferine îtiraz edildi. Sultan Selim Han îtirazları susturmak, ordu bozanlığın önüne geçmek için, Vezir Hüseyin Paşayı, îdâm ettirdi. Osmanlı ordusu Sina Çölünü günde ortalama otuz kilometre yürüyüşle bir haftada geçerek, harp târihinde rekor yaptı. Sina Çölünü geçerken şu vak’a o târihten beri menkıbe olarak anlatılır: Sina Çölünde yıllardan beri yağmur yağmamasının verdiği kuraklıkla, müthiş çoraklık, ıssızlık ve kum fırtınası vardı. Pâdişâh, devlet adamları ve süvâriler ata binmiş hâlde çölde ilerlerken Sultan Selim Han bir ara atından iner. Sultanın piyâde yürüyüşüne geçmesiyle, bütün devlet adamları ve süvâriler attan inerler. Başta Sultan Selim Han ve bütün ordu kurak ve çorak Sina Çölünde piyâde yürüyüşü yaparlar. Ordu harap ve bîtab bir hâle gelir. Fakat, Sultan Selim Han, büyük bir edeb ve hûşu içinde yürümektedir. Sebebi sorulunca; bütün heybet ve azâmetinden sıyrılıp, sâkin ve edeple buyurur ki:

“Önümüzde, fahri kâinat Resûlullah efendimiz hazret-i Muhammed yürümükteyken at üstünde gitmekten hayâ ederim.”

Sina Çölünü geçerken yağmur da yağıp, kolayca Mısır’a ulaşırlar. 21 Ocak 1517 târihinde Kahire’ye çok yakın Birk-ül-Hac mevkiinde konaklandı. 22 Ocak 1517 günü Kâhire yakınlarındaki Ridâniye’de Osmanlı-Memlûk muhârebesi başladı. Sultan Selim Han kumandasındaki Osmanlı ordusu, Tomanbay kumandasındaki Memlûk ordusuna karşı Ridâniye’de zafer kazandı (Bkz. Ridâniye Meydan Muhârebesi). Memlûk Sultanı Tomanbay, Kahire’den çekildi. Sultan Selim Han, Kahire’ye 15 Şubat 1517 târihinde parlak bir merâsimle girdi. 20 Şubat Cumâ günü Melik Müeyyed Câmiinde okunan hutbede kendisi için söylenen “Hâkim-ül-Haremeyn-iş-Şerifeyn” ünvânını kabul etmedi. Mübârek makamlara hürmeten ünvânındaki “Hâkim” kelimesi yerine hizmetçi mânâsındaki “Hâdim”i getirtip, “Hâdim-ül-Haremeyn-iş-Şerîfeyn” (Mekke ve Medîne’nin Hizmetçisi) ünvânını aldı. Bunu belirtmek için de sarığının üstüne süpürge biçiminde sorguç taktı. Sultan Selim Han, 1516 Ağustosundan beri yanında bulunan son Abbâsî Halifesi, Üçüncü Abdülazîz el-Mütevekkil-al-Allah Muhammed’in rızâsı, Kâhire’den Osmanlı merkezine gönderilen Câmi’ül-Ezher Medresesi âlimleri ve İstanbul’daki âlimlerin meclisinde ittifakla varılan kararla, Osmanlı pâdişâhlarına Sultanlık ünvânı ile berâber, İslâm âleminin etrâfında toplandığı “Hilâfet” makâmı da verildi. Sultan Selim Hanın kazandığı Ridâniye Zaferi ile; Mısır, Arabistan Yarımadası Osmanlı hâkimiyetine geçti. Kızıldeniz’e ve Hind Okyanusuna inilip, Kuzey Afrika hâkimiyet yolu açılarak Osmanlı hududu Atlas Okyanusuna dayandırıldı. Venedikliler Memlûklere verdikleri, Kıbrıs Adasının haracını Osmanlılara göndermeye başladılar. Hicaz ve Orta Doğudaki mübârek makamlar Osmanlı hizmetine açıldı. Mübârek emânetler İstanbul’a getirtilerek, İstanbul şereflendi. Buralar nâdide eserlerle süslendi. Sultan Selim Han, 4 Haziran 1516’ da çıktığı MısırSeferinden 10 Eylül 1517’de Kahire’den hareket ederek, 25 Temmuz 1518’de İstanbul’a döndü. İstanbul dönüşü Şam’a uğrayıp, kabrini yaptırdığı büyük İslâm âlimi, Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin türbe ve câmiini merâsimle açtı. Muhyiddîn-i Arabî’nin türbedarı firâsetle Sultan Selim Hanın çok yaşamayacağını da söyledi.

Sultan Selim Han, Mısır Seferi dönüşü, İstanbul’dan Edirne’ye geldi. Avrupa devletlerinden Macaristan ve Venedik, eski sulh antlaşmalarını yenilemek, İspanya da Osmanlı Devletiyle dostâne münâsebetlerde bulunmak istediler. SultanSelim Han, Osmanlı Devleti, bütün İslâm âlemi için büyük tehlike arz eden Sâfevîli Şah İsmail’in faaliyetlerinin önüne geçmek için, Avrupa devletleriyle antlaşmaları yeniledi. Safevîli Şah İsmâil’in kumandasındaki İran ordusu, Osmanlılar ile meydan muhârebesi yapmak cesâreti gösteremiyordu. Böyle olmasına rağmen Sâfevîli propagandacılar, Osmanlı ülkesinde faaliyet göstererek, âsi taraftarlar bulup, bunları isyana hazırladılar. Bunlardan Bozoklu Şeyh Celâl, Kalender kıyâfetinde Turhal’a gidip bir mağarada riyâkârca münzevî hayat yaşadı. Çevresinde propaganda yapıp, câhil kimseleri etrâfında topladı. Yakında Mehdî yâhut Mesih geleceğini söyleyip, kendini Mehdî îlân etti. Mehdîliği îlânıyla berâber, etrâfında toplanan 20.000 süvâri ve piyâdeden meydana gelen silâhlı kuvvet kurdu. “Şâh Velî” ünvânı alıp, saltanatını îlân ederek, çevrede istilâ hareketine başladı. Bozoklu Celâl, Turhal’dan Ankara’ya yürüdü. Sultan Selim Han, isyânın üzerinde hassâsiyetle durup, müdâhale ettirdi. Rumeli Beylerbeyi Ferhad Paşa ve Maraş Vâlisi Şehsuvar oğlu Ali Bey isyanı bastırmakla vazifelendirildi. Şehsuvaroğlu âcilen âsiler üzerine kuvvet sevk etti. Âsi Celâl, üzerine kuvvet sevk edilmesi üzerine, Şah İsmâil tarafına kaçarken Erzincan Akşehiri’nde yakalanıp, taraftarları ile birlikte öldürüldü. Bundan sonra, Râfizî isyanlarına “Celâlî Vak’ası” denildi. On altıncı yüzyılda Osmanlı kara ordusu, dünyânın en büyük ordusuydu. Sultan Selim Han, kara askerine verdiği önemi donanmaya da verdi. İstanbul’da ilk tersânenin yapımını 1515 yılında başlatıp, 1516’da bitirdi. Gelibolu’daki büyük tersâne, Sultan Selim Han devrinde önemini korudu. Mısır’dayken, Memlûkler zamânında Kızıldeniz’de donanma kumandanı olan Selman Reis, huzûra gelince, Osmanlı hizmetine alındı. Cezayir hâkimi Barbaros Hayreddîn de Sultan Selim Hana elçi gönderip, yardım istedi. Barbaros’un Osmanlı hizmetine girmesiyle, Akdeniz Türk Gölü olma yoluna girdi. Donanma faaliyetini tamamlayan Yavuz, devrin büyük âlimi Kemâl Paşazâde’ye niyetinin feth-i Efrenciye, yâni Avrupa olduğunu bildirmişti. Ancak yüce Hakan’ın yine Eyyûb Sultan Türbesini ziyâretle başladığı bu seferine yakalandığı amansız şirpençe hastalığı mâni oldu. Çorlu’da başhekim nezâretinde tedâvi gördü. İki ay hasta yatıp, 22 Eylül 1520 târihinde Cumâ akşamı Osmanlı karargâhının bulunduğu Çorlu’nun Sırt Köyünde vefât etti. Vefât etmeden bir müddet önce yanında bulunan Hasan Can; “Sultanım Allah’ı hatırlamak zamânıdır.” deyince Yavuz Sultan Selim Han: “Lala, Lala bunca zamandan beri bizi kiminle biliyordun. Cenâb-ıHakk’a teveccühümüzde bir kusur mu gördün?” buyurmuş ve Yâsin-i şerîf okumasını istemişti. Kendisi de onunla birlikte okurken rûhunu teslim etmiştir. Cenâzesi İstanbul’a getirilip inşaatını başlattığı Sultan Selim Câmii yanına defnedildi. Yerine Osmanlı Sultanı olan oğlu Sultan Süleyman Han tarafından câmi tamamlanıp, kabri üstüne türbe de yapıldı. Sultan Selim Hanın Sandukasının üstünde büyük âlim Ahmed ibni Kemâl Paşanın kaftanı örtülüdür. Örtünün konması meşhur rivâyette şöyle anlatılır:

Sultan Selim Han MısırSeferini tamamlayıp, Kahire’den Şam’a dönerken, yolda, o sırada Anadolu Kâdıaskerliği vazifesini yapan Ahmed ibni Kemâl Paşazâdeyi yanına çağırdı. Sohbet ederek giderlerken, İbn-i Kemâl’in atı birdenbire bir su çukuruna bastığı için Sultan Selim Hanın üstü başı ıslanıp, kaftanı çamur oldu. İbn-i Kemâl Paşa telâşa düşünce, azametiyle meşhur olan Sultan Selim Han;

“Bir âlimin atının ayağından sıçrayan çamur, benim için şereftir. Öldüğüm zaman bu kaftanı böylece sandukanın üstüne koysunlar!”

deyip, sırtından kaftanı çıkarıp, saklattı. Doğu Anadolu, Kuzey Irak, Lübnan, Suriye, Filistin, Mısır ve Hicaz’ın fethiyle Osmanlı Hânedanına Halifelik makâmını ve mübârek emânetleri kazandıran Sultan Selim Han, sekiz buçuk yılda devleti iki kat büyüttü. Sultan Selim Han devrin meşhur âlimlerinden, Şeyhülislâm Zenbilli Ali Efendi ile ilmî sohbet edip, ona hürmet gösterirdi. Sofiyye-i âliyyenin büyük âlimi Muhyiddîn-i Arabî’nin Şam’daki kabr-i şerîfini tespit ettirip yanına câmi, türbe, imâret yaptırdı. Seferlerinde evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin türbesini ziyâret ederdi. Ehl-i sünnete çok hizmet edip, İslâm âlemi için büyük tehlike olan Sâfevîli Şah İsmail’in ideolojisinin yayılmasını önleyerek İran’da mahsur bıraktı. Çok heybetli olup, azâmetinden çevresindekiler titrediği hâlde, âlimlere, halkına karşı tevâzu sâhibiydi. Devamlı;

“Pâdişâh-ı âlem olmak bir kuru kavga imiş. Bir velîye bende olmak cümleden âlâ imiş.” buyururdu. Çok mütevâzi olup, sâde giyinirdi. Muhteşem Osmanlı Devletinin en son din olan, İslâm âleminin lideri olmasına rağmen Peygamber efendimizin ahlâkı ile ahlâklandığından debdebe ve şaşaadan uzak hayat sürerdi. Bir defâsında oğlu Şehzâde Süleyman çok süslü bir elbiseyle huzûruna girince; “Süleyman annen ne giysin!” diyerek sitem etmişti. Arapça ve Farsçayı çok iyi bilip, edebiyat, târih ve coğrafyaya da meraklıydı. Farsça ve Türkçe şiirleri olup, Farsça Dîvân’ı Almanya’da yayınlanmıştır.