Atatürk

10.11.2008 19:15

" Atatürk, dinamik bir ruha sahiptir. O'nun arkasindan gidenler geride kalmaz."
(Cemal GúRSEL)


En agir kelimesi, "ebleh" yerine kullandigi, "hebenneka" idi... Çevresinde dolanan kendi tabiriyle "hebennekalara" hiç tahammül edemez, kendini methedenleri ve yagcilari sevmezdi. Lafi uzatanlarin sözünü "Yani?" diyerek keser, bu sözü defalarca kullanir, herkese "çocuk" demeyi pek severdi.
Eli çok açikti, herkese hediye vermeye bayilir, durup dururken, odasina çikar ve o çok özel, seçkin, sik esyalarini sofradaki dostlarina seve seve dagitir, kimine kravat, kimine gömlek, hatta kimine kürk hediye ederdi. Sofradakiler bu özel hediyenin degerinden çok, Atatürk'ten hatira aldiklari için sevinç duyardi.

Bir keresinde doktoru Neset Ömer Bey'e kürkünü hediye etmis, kürk büyük gelip yerlerde süründügü halde, doktorun nezaketen;
"Aman Pasam, tam bana göre, üzerime biçilmis gibi efendim. Çok tesekkür ederim!" deyisi, pek hosuna gitmis, kahkahalarla gülmüstü.

Fevkalade renkli bir kisiligi vardi... Bir yanda, erleriyle sigara içip sohbet eden, köylüyle ayran bölüsen, sekerli kahve içen, kurufasulye seven, fal baktiran, gecelik entarisi giyen, bagdas kuran, rugan terlikli sade bir vatandas... Öte yanda, arkadaslariyla sokaklarda korumasiz yürüyen, Lebon'a pasta yemeye, Rejans'a Borç çorbasi, Vefa'ya boza içmeye giden, aklina eseni yapmayi seven, özgür ruhlu bir entelektüel...
Ya da, gramofonunu basucundan ayirmayan, vals ve tangoya bayilan, balolarda gençkizlarin en gözde kavalyesi olan, bir salon adami...



O'na Sari Pasa derlerdi... Kararli bir devlet adami sertligine ve cesur asker kisiligine ragmen, özel hayatinda çok romantik ve duygusaldi...
Belki de, küllenmemis asklariyla, geçmise özlem duyan, sik sik gözleri dolan bir adamdi... Selanik'teki çocukluk askini ve Fikriye'yi asla unutamadi ama baska asklar da yasadi... O'na neredeyse dönemin bütün kadinlari asikti...Kadinlar, gazeteden kestikleri fotografini, gögüslerindeki madalyonlarda tasirdi... O genç kizlar için, hayal edip özledikleri ve bir türlü ulasamadiklari beyaz atli bir prens, mavi gözlü çok yakisikli bir zabit, rüyalara giren bir masal kahramaniydi...

O'nu çogu kez, kahraman bir asker, basarili bir devlet adami, kararli bir devrimci, cesur bir ihtilalci, çagdas bir halkçi, ender rastlanan bir deha, sik giyinen, yakisikli bir lider fotografi olarak tanidik, sevdik, hatirladik .....
Oysa O, bütün bu olaganüstü degerlerinin arkasinda gizlenen, utangaç, zarif, duygulu, seçkin zevkleri ve sanat tutkusu olan, milyonlarin arasinda, kendi tenhaligini için için yasayan bir yalniz adamdi.
Kimi zaman aci, kimi zaman hasret çeken, kimi zaman aglayan, kimi zaman pismanliklarla sarsilan bir yalniz adam...

O, bir tabuydu; Türk milletinin Ata'si, kurtaricisi, kahramani, Cumhuriyet'in mimariydi. Milyonlarca seveni, ugruna öleni, yoluna bas koyani vardi ama, O; çok yalnizdi... Ömrünü halkina adadi, yüreginde hep aciyi tasidi, özel hayatinda issizligi yasadi... Asklarini içine gömdü, baba olamadigi için çok üzüldü ve yalniz yasayip, yalniz öldü...

Ama, bazen de hassisligi tutardi. Milli Mücadele yillarinda, kalpak giyilirken, yakin arkadaslari Salih Bozok ve Kiliç Ali'ye birer kalpak hediye etmek istemis, gardirobundaki onbes-yirmi tane zarif kalpagi tek tek arkadaslarinin basinda prova ettirdikten sonra, kalpaklarini geri almis;
"I-ih... Veremeyecegim... Bunlarin hepsinin ayri bir zevki var, kusura bakmayin, kalpaklarimdan vaz geçemeyecegim. Hepsini çok seviyorum" diyerek, kiyip hediye edememisti.

O gün Kiliç Ali'nin nasibine kalpak yerine kravat, Salih Bozok'a ise, burnu örülmüs bir çorap düsmüstü... Bu, Mustafa Kemal için, yakin arkadaslarina ara sira yaptigi muzipliklerden biriydi...
Özgür ruhuyla, bazen ortalardan kaybolmak ister, bir sade vatandas gibi yasamanin özlemi ve heyecaniyla, otomoblinden inip, hareket etmek üzere olan trene atlar, tramvaya binip Beyoglu'na çikar, aklina esti mi, türkü söyler, costu mu zeybek oynar, erleriyle güres tutar, geceyarisi mutfaga inip asçisiyla omlet, ya da yakinlarinin pek sevdigi, menemene benzer bir yumurta yemegi yapardi...

Florya'da kaldigi günlerde, halkin arasinda denize girer, çocuklarla sakalasir, gençlerle söylesir, sandala binip, saatlerce kürek çekerdi... Ona pencereden el sallayan, tanimadigi yasli kadinlarin yalisina sandalini yanastirip, kahve içmeye gider, saatlerce sohbet ederdi. Bir senlige rastlasa, "galiba burada bir dügün var" deyip, sünnet çocuklarini ya da gelinle damadi ziyaret eder, onlara armaganlar verirdi... Bazen de rastgele bir kapiyi çalip Tanri misafiri olur, sofralarinda onlarla birlikte pilava kasik sallar, dertlerini dinlerdi...


Atatürk Sünnet Dügününde

Atatürk bir yaz gecesi Acar motoru ile Bogaz'da gezintiye çikmisti. Kalinca önlerine geldiler. Yalilardan birinin bahçesi renkli elektik, krepon kagitlari ve çiçeklerle donatilmisti. Anlasildigina göre orada büyük bir topluluk egleniyordu.
Acar motorunun gürültüsünü duydular. Kadin erkek, çoluk çocuk alkisla sevgi gösterisinde bulundular. Atatürk çok duygulandi, yaliya yanasilmasini emretti.
Bir sünnet dügünü vardi. Bir vatandasin mutlu bir gününe katilmaktan dogan sevinç, Atatürk'ün yüzünden açikça okunuyordu. Sünnet olan çocuklarin ve anne ile babanin gögüsleri sevinç ve övünçle doldu. Herkesin yüregini bir nese kapladi. Ortaligi bir bayram havasi sardi.
Atatürk ayrilacagi sirada çocuklarin babasini çagirdi. Bir çek uzatti:
-Burada ugrayacagimizi bilmedigimiz için hazirliksiz geldik, dedi, yarin bankaya ugrar, sonra benim adima çocuklara birer armagan alirsiniz.
Baba çeki saygiyla aldi :
-Atam, dedi, alinacak hiçbir armagan sizin imzanizi tasiyan bu çek degerinde olamaz. Izin verin, biz bunu çocuklarimizin sonsuz bir övüncü olarak saklayalim.
Bu ince düsünüs ve tek gözlülükten son derece duygulanan Atatürk:
-Peki! Siz bu çeki saklayin; ama yarin bankaya ugrayin ve çocuklari benim adima sevindirin! diyerek ikinci bir çek verdi.

Nafiz Edgüer
Atatürk'ten anilar



Gel Gitme Kadin

Onun manevi kizi olmanin gururunu tasimak, onunla ayni yerde yasamak mutlulugunu tatmak ve onun gözyaslarina tanik olmak... Hem de bir kaç kez... Iste Atatürk'ün manevi kizlarindan olan, Dünyanin ilk kadin savas pilotu Sabiha Gökçen'in anilarindan Atatürk'ün gözyaslari...
Yil 1934... Çankaya Köskü'nde bir aksam... Atatürk'ün sofrasinin müdavimi konuklar... Masanin önündeki saz heyeti, Atatürk'ün sevdigi sarkilari söylemekte... Sabiha Gökçen, o siralar 20 yaslarinda ve her zamanki gibi, "Pasa Baba"sinin yanibasinda, sofrada... Atatürk'ün yakin arkadasi Kiliç Ali ve Basyaver Salih Bozok da aralarinda... Sohbet derin...Memleket meseleleri tartisiliyor... Atatürk çok neseli...
O sirada, saz heyeti Selahattin Pinar'in "Gel Gitme Kadin" sarkisini çalip söylemeye baslar... Birden Atatürk durgunlasir ve susup sarkiyi dinler... Pasanin ani hüzününü farkeden masadaki konuklar, kadehlerini,çatallarini usulca birakip, susar. Atatürk basini tabaga eger, gözlerinden yaslar süzülür ve gögsüne dogru akarak, gömlegini islatir. Bu onun, konuklari yaninda ilk ve son aglayisidir.
Salih Bozok, saz heyetine "kesin" anlaminda isaret verir... Kiliç Ali de, konuklara da ayni isareti yapar... Gökçen, gözleri dolu dolu, Atatürk'ün aglayisini izlemektedir. Az sonra, saz susar ve çekilir, masadakiler sessizce kalkip gider, Atatürk tek basina kalir... Bir sigara yakip bahçeye çikar, saatlerce yürür...
O gece,gözünü bile kirpmayan Gökçen, Atatürk'ün niçin agladigini ve "Gel Gitme Kadin" sarkisinin onu, neden bu kadar duygulandirdigini çok merak eder... "Yoksa bu büyük insan, kalp hazinesinde, çok geride kalmis, yillarin küllendiremedigi bir ask masali mi saklamaktadir..."
Gökçen ertesi sabah Atatürk'ün odasina gider ve çekinerek konuyu açar:
-Pasam, dün gece "Gel Gitme Kadin" sarkisi çalinirken çok müteessir oldunuz... Hatta, yanilmiyorsam, agladiniz da..." diyecek olur.
Atatürk, ondan bir sigara ister ve susar ... Sonra Gökçen'i ve yaverlerini alarak, araba gezintisine çikar... Saatler sonra ve ansizin, Gökçen'e dönerek, sabahki sorusunun cevabini, sirrini kendine saklayarak manevi kizina verir:
-Unutma ki, Mustafa Kemaller de insandir!... Onlar da bazen aglamak ister!