İMPARATORLUĞA DOĞRU (1389 - 1451)

Sultan Murâd Hüdâvendigâr’ın şehit olması üzerine cesâreti ve savaş ânında fevkalâde süratli hareketi yüzünden “Yıldırım” lakabıyla anılan oğlu Bâyezîd Han tahta çıktı. 1390 ve 91’de iki defâ Anadolu Seferine çıkan Yıldırım Bâyezîd, Saruhan, Germiyan, Menteşe, Aydın, Teke ve Hamidoğullarının topraklarını sınırlarına kattı. Karamanoğulları arâzisinin büyük bölümünü alırken beyliğe dokunmadı. 1391’de Eflak Seferine çıktı. Eflak ordusunu mağlup ettikten sonra Osmanlı ordusu Tuna’nın öbür yakasına geçti. Selanik alındı. Mora üzerine giden akıncı kolları sınırı hızla genişletirlerken Macar Kralı Sigismund emrindeki Haçlılar Niğbolu önlerine geldiler. Haçlıların gâyesi Osmanlı Türkünü Avrupa’dan hatta Anadolu’dan atarak Kudüs Krallığını yeniden kurmaktı. Ancak Avrupa’nın irili ufaklı bütün milletlerinin Kudüs’e kadar uzanan yolda daha ilk ciddî imtihanı vermek üzere Niğbolu’ya saldırdıkları sırada Bâyezîd Han harekete geçti. Niğbolu muhârebesi sonunda Haçlıların zâyiatı 100 bin ölü ve 10 bin esir oldu. Niğbolu Muhârebesinde Türkleri ilk defâ tanıyan ve Yıldırım’ın kumandanlığına ve kahramanlığına hayran olan Korkusuz Jean, esâretten kurtulursa bir daha Türklere karşı kılıç çekmeyeceğine yemin etmişti. Buna karşılık Yıldırım Bâyezîd Han;

“Bir daha benim aleyhimde silah kullanmamak için yaptığınız yemini size iâde ediyor, sizi silahlarınızı elinize almaya ve bütün Hıristiyanları bize karşı toplamağa dâvet ediyorum. Bu sûretle bana yeni zaferlerle şan ve şeref kazandıracaksınız.”

diyerek kendi kudret ve cihâd düşüncesini ortaya koyuyordu. Niğbolu Zaferinin en önemli sonucu Bizans için bütün ümit kapılarının kapanmış olmasıydı. Artık Avrupa’dan hiçbir yardımın gelmesi beklenemezdi. Bundan sonra Yunanistan’a sefer düzenleyen Yıldırım Bâyezîd, Atina ve Mora’yı aldı. Hazret-i Peygamberin müjdesine kavuşmak üzere İstanbul’u iki defâ sıkı bir kuşatma altına aldı ise de bunlardan birincisine Niğbolu Seferi, ikincisine ise Tîmûr Han mâni oldu. Fakat Hıristiyan batıya gâlip gelen Osmanlılar kendileri gibi Türk ve İslâm olan doğuya mağlup oldular. Kendisini Cengiz’in mîrasçısı olarak gören ve Cengiz İmparatorluğu topraklarının tamâmına hâkim bir İslâm devleti kurmak isteyen Tîmûr, Altınordu Hanlığı gibi Ankara civârında 20 Temmuz 1402’ de Osmanlı Devletine de büyük bir darbe vurdu ve Anadolu’yu tekrar parçaladı. Bu yenilginin sebepleri arasında karşı tarafın da askerlik fenni ve yiğitlik bakımından bu taraftaki Türk’e eşit olması yanında Osmanlıların o sırada henüz Anadolu’da birliği sağlayamamış olmalarının rolü büyüktü. Anadolu beyliklerine son verilmişse de beylik yapısı tam olarak ortadan kaldırılamamıştı. Bununla beraber Tîmûr’un devleti onun ölümüyle dağılacak fakat Osmanlıların kurduğu devlet aradan on yıl geçtikten sonra bütün şevket ve azametiyle devam edecektir. Yıldırım Bâyezîd’in Ankara Muhârebesinde esir düşmesi ve çok geçmeden de esaret hayâtına dayanamayarak kederinden vefât etmesi üzerine (Mart 1403) şehzâdeleri arasında taht kavgaları başladı. 1403’ten 1413 yılına kadar devam eden ve fetret devri denilen bu süre sonunda kardeşleri Îsâ, Mûsâ ve Süleyman çelebilere gâlip gelen Mehmed Çelebi, Osmanlıları tekrar bir idâre altında toplamaya muvaffak oldu. 1413-1421 yılları arasında tek başına Osmanlı tahtını temsil eden Sultan Çelebi Mehmed, giriştiği muhârebelere bizzat katılmakla meşhur oldu. Bu muhârebelerde yara alan Pâdişâh, azimli, cesâretli, dirâyetli ve kadirşinâstı. Zamânında affetmesini ve kalp kazanmasını bilirdi. Aydınoğulları; Candaroğulları ve Karamanoğullarını itâat altına aldı. Fetret devrinde elden çıkan Rumeli’deki toprakların büyük bölümüne yeniden sâhip oldu. Şeyh Bedreddin ve Mustafa Çelebi isyanlarını bastırdı. 35 yaş gibi devletine en verimli olabileceği çağda kalp krizinden vefât etti (1421).

Sultan Çelebi Mehmed, oğlu İkinci Murâd’a âdetâ yeniden kurarak sağlam temellere oturttuğu bir devlet bıraktı. Bu sebeple kendisi, devletin ikinci kurucusu olarak bilindi. Kahramanlığı yanında bir gönül adamı olan Sultan Murâd Han, 1430’da Selanik ve Yanya’yı fethetti. Varna ve Kosova’da Haçlılara karşı giriştiği mücâdelede Türk târihine altın harflerle geçen iki büyük zafer kazandırdı. Sırp despotluğunu ortadan kaldırdı. Kazandığı zaferler ve fetihler neticesinde devleti her zamankinden daha kuvvetli bir hâle getirdiği gibi İstanbul’un fethini de yakın bir imkân hâline soktu. Bu hükümdâr devrinde Osmanlı merkezi ilmin ve kültürün de merkezi oldu. Beyliklerdeki kültür faaliyetleri Osmanlı payitahtına taşındı ve her sâhada pekçok eser yazıldı. Bilindiği kadarı ile Osmanlı hükümdarları içinde adına en çok eser yazılan, Türkçecilik cereyânını destekleyen, âlimlere ve tarîkat ehline hürmet gösteren bu pâdişâh, tezkirelerdeki kayıtlara göre şâir pâdişâhların da ilkidir. Ayrıca gâzi ve âdil Sultan Murâd Han geride her yönüyle sağlam temellere oturmuş kudretli bir devlet bıraktı. 1451 yılında vefât etti.
 

1402-1413 yılları arasında şehzâdeler arası saltanat mücâdelelerinin hüküm sürdüğü fetret devri bir yana, Sultan Yıldırım Bâyezîd’in tahta çıkmasından Sultan İkinci Murâd Hanın vefâtına kadar geçen zaman (1389-1451), Osmanlı İmparatorluk temellerinin atıldığı bir devir olarak göze çarpar. Osmanlı Devletinin Tîmûr darbesine mâruz kalmasına ve bölünüp parçalanmasına rağmen 50 yıl içerisinde bir imparatorluk hâline gelmesinin sebepleri şunlardır:

Daha önce Osman, Orhan ve Murâd-ı Hüdâvendigâr gâzilerde görüldüğü gibi devleti idâre edecek olan şehzâdelerin yetiştirilmesine fevkalâde dikkat gösterilmesi. Ayrıca devrin en yüksek âlimlerinden din ve fen derslerini alan şehzâdelerin, aynı zamanda savaşlara katılıp askerlik ve kumandanlık vasıflarını geliştirerek, babalarının yerini tutacak değere ulaşmaları. Nitekim babasıyla birlikte Rumeli ve Anadolu’daki bütün savaşlara katılan Yıldırım Bâyezîd’in hükümdâr olduktan sonra da ömrü İslâmiyeti yaymak için geçti. Batılı târihçiler onun için;

“Yıldırım Bâyezîd bütün târihin en büyük kumandanlarından biridir”(Benoist)

“Yıldırım’ın dünyâ hâkimiyetine doğru gittiğini görüyoruz. Ülkesinde demir bir disiplin, mükemmel bir nizam ve âsâyiş mevcuttur.” (Lorga)

demektedirler. Gerçekten Yıldırım’ın 13 yıl gibi kısa bir zamanda babasından devraldığı 500.000 kilometrekarelik ülkeyi 942.000 kilometrekareye ulaştırması onun büyük bir kumandan olduğunu göstermektedir.

Yıldırım Bayezîd Hanın Ankara Muhârebesi sırasında vaziyetin kötüye gittiği bir sırada Tîmûr kuvvetleri üzerine kasırga gibi atılan bir birliğe gözü takılır ve yanındaki kumandanlara; “Kimdir bu gelenler?” diye sorar. Yanındakiler; “Pâdişâhım, bunlar oğlunuz Şehzâde Mehmed’in kuvvetleridir.” derler. Bunun üzerine Yıldırım; “Berhudâr olsun. Kader hükmünü nasıl olsa icrâ edecek. Benim tahtım ona yâdigâr olsun. Onda, parçalanacak Osmanlı ülkesini birleştirecek cevheri görüyorum.” demiştir. Gerçekten de Bâyezîd’in 14 yaşındaki en küçük oğlu Şehzâde Çelebi Mehmed, Amasya’da saltanatını îlân edecek ve ağabeylerine karşı giriştiği mücâdeleyi kazanıp Osmanlı birliğini sağlayacak ve oğluna güçlü bir devlet bırakacaktır. Memleketi ve milleti bunca belâdan, fitneden, düşman tehlikesinden ancak parlak bir zekâ, yüksek bir kâbiliyet ve karakter kurtarabilirdi. İşte bütün bunlar Şehzâde Mehmed’de henüz daha 14 yaşındayken toplanmıştı. Târihçiler onu; “Birinci Mehmed, kerîm, halîm ve fevkalâde kuvvete mâlikti.” yine; “Çelebi Mehmed, cömert, dostlarına dost, din ve devlet düşmanlarına karşı gâyet şedid idi.” cümleleriyle tavsif etmektedirler.

Sultan Çelebi Mehmed’in ölümü ile, henüz 18 yaşında Osmanlı tahtına çıkan oğlu Şehzâde Murâd saltanatın başında devleti parçalayabilecek gâileler (amcası Çelebi Mustafa ve kardeşi Küçük Mustafa Çelebi hâdiseleri) ile karşı karşıya kaldı. Ancak o, devlet üzerinden bu tehlikeleri bertaraf ettiği gibi gerçekleştirdiği fetihlerle imparatorluğun temellerini atmaya muvaffak oldu. Yetişmesine fevkalâde dikkat ve ihtimam gösterdiği ve Hacı Bayram-ı Velî’den İstanbul’u fethedeceği müjdesini aldığı oğlu Şehzâde Mehmed’i idâresini görmek için 13 yaşında tahta çıkardı. Osmanlı tahtında çocuk bir pâdişâhın bulunmasını fırsat bilerek bütün kuvvetlerini birleştiren Avrupa, Türkler üzerine yürürken baba ile oğul sultan arasındaki şu yazışmalar târihe geçti. Oğlu Mehmed’in ordunun başına geçmesi çağrısını, Murâd Han reddetti ve devleti, milleti korumanın onun görevi olduğunu söyledi. Bunun üzerine Şehzâde Mehmed, babasına;

“Eğer pâdişâh biz isek size emrediyoruz, gelip ordunun başına geçin! Yok siz iseniz gelip devletinizi müdâfaa edin!”

şeklinde hitâb ederek ordunun başına geçmesini sağladı. Varna’da düşmanı bozguna uğrattıktan sonra; kendisini tebrik edenlere;

“Zafer oğlumuz Mehmed Hanındır. Biz onun emrinde bir kumandanız.”

şeklinde verdiği cevap pek mânidardır. Görüldüğü üzere Osmanlı şehzâdeleri 13-14 yaşlarına geldiklerinde bir imparatorluğu idâre edecek her türlü bilgi ve kâbiliyete sâhip bulunuyorlardı.

Tîmûr fırtınasına uğrayan Osmanlı-Türk Devleti târihte Fetret devri diye anılan ve 12 sene devam eden şehzâdeler kavgasına sahne olduktan sonra daha sağlam bir şekilde yayılmaya ve yükselmeye başladı. Bu durum Osmanlı Devletinin bir cihan hâkimiyetine doğru sağlam temeller üzerinde kurulduğunu ve teşkilâtlandığını göstermektedir. Osmanlı İmparatorluğunun kudret kaynaklarından en önemlisi hiç şüphesiz merkeziyetçi bir devlet oluşu idi. Osmanlılardan önceki Türk kağan ve sultanları devleti hânedânın müşterek malı kabul ettikleri için hânedâna mensup şehzâde ve beyler arasında saltanat mücâdeleleri eksik olmuyordu. Her ne kadar âilenin en büyüğü ulu bey ünvanıyla merkezde oturuyor ve devletin diğer bölgelerinde hüküm sürenler ona bağlı bulunuyorlar ise de, bu gibi durumlarda devletin birliği ancak kudretli şahsiyetler sâyesinde devam edebiliyordu. Devlet merkezinde en küçük bir zaafın vukû bulması durumunda eyâletlerdeki şehzâdeler veya kudretli beyler derhal istiklal mücâdelesine girişiyorlardı. Türk târihinde ilk defâ olarak, Osmanlıların merkeziyetçi bir devlet sistemiyle meydana çıkması büyük bir siyâsî inkılâb oldu. Osmanlı hânedanı, diğer Anadolu beyleri gibi, menşeî göçebe olduğu ve millî ananeleri muhâfaza ettiği halde, devletin taksim edilmez mukaddes bir varlık olduğunu kavramış, sağlam ve istikrarlı bir devlet cihazı vücûda getirmeğe muvaffak olmuştu. Rivâyete göre Osman Gâzi ölünce Orhan Gâzi hükümdarlığı kardeşi Alâaddin Paşaya teklif eder. Fakat Alâaddin Paşa “Gel kardaş ataların duâsı ve himmeti senünledür. Anunçün kendü zamânunda seni askere koşdılar... ve hem bu azîzler dahi bunu kabul itdiler.” cevâbıyla hâkimiyeti daha layık olan Orhan Gâziye bıraktı. Böylece Osmanlı Beyliği daha kuruluşunda bir saltanat mücâdelesinden, taksim ve sarsıntıdan kurtulmuş oldu. Ancak Birinci Murâd Anadolu’da meşgulken Rumeli kuvvetlerinin başında bulunan Şehzâde Savcı, babasına karşı tehlikeli bir harekete girişti. Onun Bizans Prensi Andronikos’la birleşmesi bir ibret dersi oldu. “Fitne kıtalden daha şiddetlidir.” düşüncesiyle hareket eden Murâd Han oğlunu öldürttü ve böylece Osmanlı târihinde ilk şehzâde katli hâdisesi meydana geldi. Mücâhid ve âdil pâdişâh Murâd-ı Hüdâvendigâr şehit olunca yerine geçen Yıldırım Bâyezîd de, aynı düşüncenin mahsulü olarak kardeşi Yâkub Çelebi’yi bertaraf etti. Fâtih Sultan Mehmed ise, bir saltanat endişesi ve rakibi bulunmadığı halde, kendi adını taşıyan kânunnâmeye;

“Her kimseye evlâdımdan saltanat müyesser ola, karındaşların nizâm-ı âlem içün katletmek münâsibdür. Ekseri ulemâ dahi tecviz itmişdür; anunla âmil olalar.”

maddesini koyarken, âlemin nizâmı ve devletin kudsiyeti gâyesini düşünmüş ve Osmanlılara âit bir zarûreti ve örfü kânunlaştırmıştır. Pâdişâh olmak düşüncesiyle hareket eden şehzâdeler kendilerini en iyi şekilde hazırlıyorlardı. On altıncı yüzyılın başlarından îtibâren bu düşünce terk edilince, şehzâdeler vezirlerdeki fikir ayrılıklarına göre yönlendirildiler. Sultan Birinci Mustafa tahtı istemediği halde pâdişâh oldu. Sultan İkinci Osman bu ayrılıklar sebebiyle öldürüldü. Bu durum Sultan Abdülaziz’in ölümüne kadar gidecek ve Osmanlı Devletinde vezirler hâkimiyeti ortaya çıkacaktır. Gerçekte şehzâdenin şehzâde ile değil de vezirlerle mücâdelesi de devlet için bir bahtsızlık olmuştur. Pâdişâhlar ve âlimler gibi halk da, nizâm-ı âlem düşüncesi, din ve devletin bekâsı kaygısı ile zarûret hâlinde kardeş katlini tasvip ediyordu. Kânûnî devrinde Türkiye’ye gelen İmparator Ferdinand’ın elçisi Busbecq;

“Müslümanlar, Osmanlı hânedânı sâyesinde ayakta duruyorlar. Hânedân yıkılırsa din de mahvolur. Bu sebeple hânedânın, din ve devletin selâmeti ve bekâsı evlâttan daha mühimdir.”

kanâatının yaygın bulunduğunu bildirmektedir. Tîmûr’un oğlu Şahruh’un Çelebi Sultan Mehmed’e yazdığı bir mektupta;

“Süleymân Bey ve Îsâ Bey ile mücâdele ettiğinizi ve Osmanlı töresince onları bu fâni dünyâdan uzaklaştırdığınız haberini aldık. Ama birâderler arasında bu usul İlhânî töresine münâsip değildir.”

sözüne karşılık Çelebi Mehmed;

“Osmanlı Pâdişâhları başlangıçtan beri tecrübeyi kendilerine rehber yapmışlar ve saltanatta ortaklığı kabul etmemişlerdir. On derviş bir kilim üzerinde uyur. Lâkin iki pâdişâh bir iklime sığmaz. Zîrâ etrafta din ve devlet düşmanları fırsat beklemektedir. Nitekim mâlum-ı alîleridir ki, pederinizin arkasından (Ankara Savaşı) kafirler fırsat buldu. Selanik ve başka beldeler Müslümanların elinden çıktı.”

diyerek cevap vermiştir. Yine Cem Sultanın ülkeyi paylaşma teklifine karşı İkinci Bâyezîd’in

“Bu kişver-i Rûm bir Ser-i Pûşîde-i arus-i pür nâmustur ki, iki dâmâd hutbesinde tâb götürmez” (Osmanlı Devleti öyle bir başı örtülü nâmuslu bir gelindir ki, iki dâmâdın talebine tahammül edemez)

cevâbı Osmanlıların nizâm-ı âlem mefkûresine bağlılıklarını göstermektedir. Bâyezîd Han bu cevâbıyla saltanatı nâmusun timsali olan geline benzetmiş, taksim edilemeyeceğine dâir nâmus ve kudsiyet duygularını belirtmiştir. Bu ifâde sonraları “Arus-ı saltanat taksim kabul etmez” şeklini alarak ata sözü şeklini almıştır.

Osmanlı merkeziyetçi devlet sisteminde ikinci önemli husus timar sistemidir. Büyük Selçuklular geniş askerî iktaları kendilerine bağlı Türkmen beylerine veya sarayda yetişen köle kumandanlara veriyorlardı. Ancak bu Türk kumandanları, devletin zayıflamasıyla birlikte, kudretleri artan Selçuklu İmparatorluğu içinde yeni devletler ve atabeylikler meydana çıkarıyor böylece devlet kısa bir süre sonra üç beş parçaya bölünebiliyordu. Osmanlılar ise, Selçuklulardan mîras aldıkları bu mîri toprak rejimini çok daha ileri ve mâhirâne metodlarla kemâle erdirdiler. Bunun üzerine kurulan timar (ikta) usûlü Osmanlı ordusunun temeli olurken, Türk askerleri (Sipâhiler) sancak beylerinin emrinde fakat pâdişâha bağlı bir durumda idiler. Zîrâ askerlerin mâişetlerini sağlayan timarları ve sancak beylerinin zeametleri de pâdişâh tarafından veriliyordu (Bkz. Timar). İşte büyük Osmanlı ordusunun esasını bu timarlı askerler teşkil ediyor ve merkezdeki yeniçeriler ancak 10.000-20.000 arasında değişiyordu. (Bkz. Yeniçeriler) Diğer taraftan köylüler arasında timar sisteminin meydana çıkardığı huzur ve ahengi, şehirde sanâyi, ticârî ve iktisâdî faaliyetleri tanzim eden esnaf teşekkülleri sağlıyordu. Ahilik adı verilen teşkilatlar sâyesinde şehir esnafı ve halkı devletin hiç bir tesiri olmadan kendi kendisini idâre ediyor, en küçük bir meslekî suistimal, yolsuzluk ve ananeye aykırı bir harekete fırsat verilmiyordu.

Cihan hâkimiyeti ve dünyâ nizamı dâvâsını gâye edinen Osmanlılar hukuk sahasında da yüksek bir seviyeye ulaşmışlardı. İslâm dîni ve şerîate bağlılıkta hiçbir kusur işlemeyen Osmanlılar, hudutsuz İmparatorluk ülkesinde yaşayan çeşitli kavim, din, kültür ve örflere sâhip toplulukları idârede aslâ İslâm hukûkuna aykırı hareket etmiyor, çıkardıkları kânun ve fetvâlarla imparatorluk nizamını sağlıyorlardı. Osmanlı İmparatorluğuna kudret, istikrar ve uzun bir ömür veren unsurlardan biri hukukî anlayış ve nizâm idi. Bu sebeple Osmanlılarda çok kuvvetli olan kânun ve nizam şuuru, devlet gibi mukaddesti. Bu hususta yabancı seyyah ve elçilerin müşâhedeleri ve eserleri hayranlık verici misallerle doludur. Osmanlı hukuk ve kânun nizamına bağlılıkta birinci vazife, pâdişâhlara âit olup, bunlar şerîate aykırı en küçük bir tasarrufta bulunamazlardı. Neticede bu gâzi ve muhteşem pâdişâhlar, millî ve İslâmî mefkûreleri, yüksek zekâ ve enerjileri, din ve devlet mülk ve millet uğrunda sonsuz fedâkarlıkları, adâletleri, tevâzuları, basîretli siyâsetleri, büyük din ve devlet adamlarını, büyük dâvâ istikâmetinde toplamaları sâyesinde sağlam bir devlet kurdular. Bu durumda normal veya zayıf pâdişâhlar zamânında bile bu yüksek devlet makinası asırlarca hayâtiyetini devam etttirmiştir.