GERİLEME DEVRİ (1699 - 1923)

Karlofça Antlaşmasının imzalamasından sonra Osmanlı Devleti, bilhassa sınırların kuvvetlendirilmesi, idârî, malî, iktisâdî durumun ıslahı, ordu ve donanmanın yeniden düzene konması ile uğraştı. Diğer taraftan ötedenberi Türkleri taklit eden Avrupa ile Rusya ilim ve teknikte hızla ilerliyor ve Osmanlıları daha kuvvetli bir şekilde kuşatıyorlardı. Artık Avrupa karşısında Türkler askerî ve teknik sâhalarda onlardaki ilerlemenin sırrını araştırmaya tenezzül etmeye mecbur oldular. Bu sûretle on yedinci asırda Osmanlı Devletini kendi bünyesine göre ıslah etme düşüncesi 18. asrın başında yerini Avrupa’dan iktibas etme fikrine bıraktı. Sultan Üçüncü Ahmed zamânında (1703-1730) Dâmâd İbrahim Paşanın Pasarofça Sulhü (1718) nün verdiği huzur sâyesinde giriştiği kültür ve îmâr faaliyetleri arasında Avrupa’nın tesirleri de mühim rol oynadı.

Avrupa’nın mühim merkezlerine ilk defâ elçiler gönderildi. Böylece Türkler garb medeniyetini sathî de olsa tanımak fırsatı buldular. Yirmisekiz Çelebi Mehmed Efendi ile birlikte Paris’e giden oğlu Said Çelebi orada matbaanın önemini kavrayarak dönüşünde bir Macar mühtedisi olan İbrâhim Müteferrika ile İstanbul’da matbaa kurulması için teşebbüse geçti. Şeyhülislâmın fetvâsı ve pâdişâhın fermânı ile tasdik edilen rapor neticesinde garbın bu mühim kültür ve tekniği Türkiye’ye girdi. Matbaa ile, bir yandan büyük ilim ve kültür eserleri çok sayıda basılıp dağıtılırken bir taraftan da pâdişâh ve sadrazam İstanbul’daki ilim, kültür ve sanat çevrelerini yakından desteklemek sûretiyle bu sâhalarda büyük bir canlılık meydana getirdiler (Bkz. Lâle Devri).

Yalova’da kâğıt, İstanbul’da çini ve kumaş fabrikaları açıldı. Öte yandan bu sulh devresinde devlet adamları arasında görülen isrâf ve savurganlık umûmî bir hoşnutsuzluk doğurdu. Nitekim Patrona Halil İsyânıyla (1730) Lâle Devri diye de adlandırılan bu devir sona ererken ilmî gelişmelere karşı gruplar da isyânı destekleyerek pekçok ilmî gelişmenin baltalanmasına sebep oldular. (Bkz. Patrona İsyânı)

Bütün olumsuz şartlara rağmen fevkalâde dikkat ve ihtimamla yetiştirilen Osmanlı şehzâdeleri tahta çıktıkları zaman devleti içine düştüğü bunalımlı vaziyetten kurtarmak ve eski haşmetli devrine ulaştırmak için azamî gayret sarfediyorlardı. Nitekim Üçüncü Ahmed’in yerine geçen Sultan Birinci Mahmûd (1730-1754) ve Üçüncü Mustafa (1757-1773) dönemlerinde humbaracı ve topçu ocaklarının batı tarzında teşkilâtlandırılmasına girişildi. Bir Fransız subayı iken Müslümanlığı kabul ederek Ahmed adını alan Comte de Bonneval, 1731’de humbaracı ocağının ıslahına başladı. Ocağın ihtiyaç duyduğu tâlimli askeri yetiştirmek üzere de 1734 yılında Üsküdar’da bir hendesehâne açıldı. Nitekim disiplinli ve modern tâlim ve terbiye ile yetiştirilen bu askerî sınıfın Rusya ve Avusturya ile 1736-1739’da yapılan muhârebelerde büyük hizmeti görüldü. Ancak bu sınıf 1747’de yeniçerilerin baskını sonucu kapatıldı. Sultan Üçüncü Mustafa da tahta geçer geçmez Fransa’dan mühendisler getirterek Mühendishâne ve bahriye (tersâne) sınıfı ve mekteplerini modern usûllere göre ıslâh etmeye ve onları tâlim ve terbiyeye girişti.

Batıdaki gelişmeleri öğrenmek maksadıyla Fransa ve Almanya’ya elçiler gönderdi. Tıp ve astronomi sahaları ile ilgili çalışmalar hızlandırıldı. Karlofça Antlaşmasından sonra Osmanlı tahtına, üst üste devletin içine düştüğü durumu gören ve kurtarmak için çareler arayan gayretli pâdişâhlar çıktı ise de, bunların önlerinde her zaman, iki büyük engel oluştu: Bunlardan birincisi, Türk ordusunun esâsını teşkil eden yeniçerilerin modern askerî bilgi ve tekniğe kapalı ve uzak kalmaları, hattâ eski nizam ve ananelerini de terk ederek askerlikle münâsebetlerini kesmeleriydi. Bu durum onları, sâdece harp zamanlarında cepheye giden ve askerlikten habersiz bir yığın hâline getirdi. Bu sebeple topçu veya humbaracı sınıflarında yapılan değişiklikler umûmî neticenin elde edilmesini temin edemiyordu. Bir başka husus, yeniliklere açık ve ilme değer veren bu pâdişâhların yanında kendilerine yardımcı olacak değerli devlet adamları yoktu. Nitekim, Batının askerî tekniği Türkiye’ye girerken 1768’de başlayan ve 1774’te sona eren Rus Harbi, Türk ordusunun (yeniçeri kuvvetleri) mukâvemet edemediğini ve perişanlığını bütün dünyâya gösterdi. Bu ağır mağlubiyet üzerine imzalanan Küçük Kaynarca Muâhedesi (1774) Kırım Hanlığını Osmanlılardan koparıyor ve bir Türk gölü olan Karadeniz’de Rusya donanma bulundurmak hakkını kazanıyordu (Bkz. Küçükkaynarca Antlaşması). Modern bir ordunun çekirdeğini, topçu sınıfını teşkil ederek istikbale ümitle bakan ve yeni hamlelere girişen Sultan Mustafa bu büyük kayıplara uğradıktan sonra ve bilhassa asırlarca süvarileriyle Avrupa’yı titreten ve Rusları atlarının ayakları altında tutan koca Kırım Hanlığının elden çıktığını görünce çok muzdarip halde, nüzüle uğradı, az sonra da vefât etti (1774). Pâdişâhın bu sırada yazdığı bir kıt’a hem kendi ıstırabını, hem de devrin adamlarına îtimatsızlığı ile imparatorluğun perişan durumunu ifâde eder:

Yıkılıptur bu cihân sanma ki bizde düzele,
Devleti çerh-i denî verdi kamu mübtezele
Şimdi ebvâb-ı saâdetde geçen hep hazele
İşimiz kaldı hemen merhâmet-i lem-Yezel’e


Yeniçeri ordusunun bozulması ve savaşların aleyhte gelişmesi Üçüncü Mustafa Handan sonra Osmanlı pâdişâhlarını daha köklü inkılapların içerisine itiyordu. Birinci Abdülhamîd (1774-1789) zamânında sadrazam Hâmid Paşa, orduda teknik sınıfların modernleşmesine devam etti. Ancak Osmanlı Devletinin derlenip toparlanmasına fırsat vermek istemeyen Avusturya ve Rusya devlete karşı devamlı cephe açıyorlardı. Bilhassa Rusların 1783’te Kırım Hanlığını istilâ ve ilhak etmeleri, Türkler içinde unutulmaz bir ıstırap kaynağı hâline geldi. Zîrâ bütün nüfûsu Türk olan Hanlığın kaybı Macaristan ve Orta Avrupa’nın gidişine benzemiyordu. Ancak 1787’de başlayan Osmanlı-Rus Harbi, yine mağlubiyetle neticelendi.

1789’da Özi Kalesinin düşmesi ve kalede Müslümanlara yapılan katliam Sultan Abdülhamîd’in üzüntüden vefât etmesine yol açtı (1789). Türklerin ve umûmiyetle İslâm dünyâsının Avrupa’ya ilk mühim yaklaşma ve onun medeniyetinden ciddî faydalanma teşebbüsü, Sultan Üçüncü Selim’e âittir. Selim, şehzâdeliğinden beri Avrupa usûlünde modern bir ordu kurmayı ve bu sâyede İmparatorluğuna eski kudretini kazandırmayı düşünüyor, hep bu gâye ile meşgul bulunuyordu. Tahta geçtiği sırada Avrupa’nın ve komşularının Fransa İhtilâli ile meşgul olmalarını fırsat bilerek derhal ıslâhat teşebbüslerine girişti. Viyana’ya elçi gönderdiği Ebû Bekir Râtıp Efendiye Avrupa’nın ahvâliyle Avusturya’nın ordu ve idâre teşkilâtı hakkında rapor hazırlamasını emretti. Çok zeki bir insan olan Ebû Bekir Râtıb Efendi, kısa zamanda Avrupa’nın ilmî, siyâsî ve askerî ahvâli hakkında bilgiler topladı. Avusturya ordusunun teşkilâtı, askerî mektepleri, subayların yetiştirilmesi ve başka birçok meseleler üzerinde pâdişâha bir rapor sundu. Devlet adamlarından da devletin bozuk tarafları ve bunların ne şekilde düzeleceğine dâir layihalar alan Sultan Selim Han, bu raporlar ışığında idârî, mülkî, ticârî, sınâî, zirâî, ilmî ve askerî sâhalarda yeniliklere girişti. Bu ıslahatların hepsine birden Nizâm-ı Cedid İnkılabı adı verilmektedir.

Ayrıca Üçüncü Selim Han zamânında olmak üzere ilk defâ Yeniçeri ordusunun yanında, Avrupa usul ve tarzında yeni bir Nizâm-ı Cedîd ordusunun teşkiline girişildi. Gerçekten de modern usullerle eğitilen, disiplinli Nizâm-ı Cedid kuvvetinin kısa bir süre sonra mühim hizmetleri görülmeye başlandı. Mısır’ı işgal eden Napolyon’un Akka’da küçük bir Nizâm-ı Cedid kuvvetine sâhip bulunan Cezzâr Ahmed Paşaya karşı mağlup olarak geri dönmesiyle yeni ordunun ehemmiyeti anlaşıldı. Bu başarı, umûmî efkârı da, Nizâm-ı Cedid ordusu lehine çevirirken Napolyon’a da;

“Türkler öldürülebilir fakat korkutulamaz.” sözünü söyletti. 1806’da başlayan Osmanlı-Rus ve Avusturya harpleri sırasında Nizâm-ı Cedid kuvvetleri, Avrupa yakasına geçirildi. Bu küçük kuvvetin daha da büyütülmesi için çalışmalara başlandı. Fakat bu teşebbüs de yeniçerilerle Rumeli âyanlarının harekete geçmeleriyle önlendi. Nitekim Edirne’de Nizâm-ı Cedide dâir pâdişâhın fermânını okuyan memurların öldürülmesiyle başlayan isyan neticede Sultan Selim’in tahttan indirilmesine kadar devam etti  (1807). Dördüncü Mustafa Han tahta çıkarıldı . Akabinde Selim Hanı tekrar tahta çıkarmak üzere, Ruscuk âyân ve yaranı Alemdâr Mustafa Paşanın 16.000 kişilik kuvvetiyle İstanbul’a girmesi âsilerin Selim Hanı şehit etmelerine yol açtı (1808). Kurduğu cihanşümûl nizâmı ile târihte müstesna bir mevkiye sâhip olan Osmanlı İmparatorluğu, başa geçen pâdişâhların akıllı ve gayretli çalışmalarına rağmen, yeniçeri askerlerinin bozulması, idârenin sarsılması, ağır mağlubiyetler ve isyanlar dolayısıyle artık kendi nizâmını muhâfaza edemez bir hâle geldi. Kırım Hanlığı gibi halkı Türk ve Müslüman olan koca bir devletten başka birçok eyaletler de düşman eline geçmiş; Kuzey Afrika, Mısır ve Arabistan gibi uzak ülkelerin devletle münâsebetleri hemen hemen kesilmiş bulunuyordu.

Anadolu ve Rumeli’de timarlı sipâhi teşkilâtları bozulunca, bunların yerlerini bir takım âyanlar aldı. Âyanlar, sonunda merkezde otorite boşluğundan yararlanarak Pâdişâh fermanlarını dinlemeyen, devlete vergi ve asker vermeyen derebeyler hâline geldiler. Böylece devlet âdetâ kendi bünyesi içinde parçalandı. Nihâyet Alemdâr’ın merkezde nüfûzunu kurması ve Mahmûd Hanı tahta çıkarması ile de âyan ve eşkıyâ eyâletlere resmen hâkim oldu. İstanbul’da ayanlar ile hükümet arasında “Sened-i ittifak” adı ile bir antlaşma imzâlandı. Buna göre; bir yandan âyanların pâdişâha sadâkatleri, devlete vergi ve asker göndermeleri taahhüd ediliyor, öte yandan da hükümet, bunların mevcudiyetlerini ve evlâtlarına da intikal eden haklarını kabul ediyordu. (Bkz. Sened-i İttifak)

Bütün bu olumsuzluklara rağmen Selim’in yerine 24 yaşında tahta geçen Sultan Mahmûd, daha büyük bir cesâret ve metânetle Nizâm-ı Cedid’i umûmî manzara ile gerçekleştirdi ve sâdece modern ordu ile kalmayarak tamâmiyle yeni bir nizam kurdu. 1808’de “Alemdâr Vak’ası” denilen ve Mustafa Paşanın öldürülmesi ve yeni teşkil olunan Sekban-ı Cedid’in lağvedilmesiyle neticelenen yeniçeri isyânı, genç pâdişâhın ümit ve cesâretini kırmadı. O, ecdâdına yakışır bir irâdeyle mücâdelesine devam etti. Bu sırada devlet dört bir taraftan içte isyanlar ve dışta düşmanlarla karşı karşıya idi. Ruslar Osmanlı topraklarını Kuzey Bulgaristan’a kadar istilâ etmişlerdi. Arabistan’da Vehhâbî ve Mora’da Rum isyanları tehlikeli boyutlara ulaşmıştı. Ruslarla Bükreş Muâhedesini imzâlayan Mahmûd Han, öncelikle mübârek beldeleri Vehhâbîlerden temizledi. Mora İsyânını bastırdı. Ve nihâyet 15 Haziran 1826’da 18. asrın başından îtibâren girişilen her hayırlı hareketin önüne geçen, içte pâdişâhına karşı canavar, cephede düşman önünde kuzu kesilen yeniçerileri ortadan kaldırdı. Ocak; devletin yükselişinde ne kadar büyük ve şerefli bir mevkie sâhip idiyse, son bir asırlık felâketlerine de o derece sebep olmuştu. Bu sebeple yeniçeri ocağının kaldırılması hayırlı bir hâdise kabul edilerek Vak’a-i Hayriyye denildi. Şâir Keçecizâde İzzet Molla ocağın ilgası münâsebetiyle:

Tecemmü eyleyüp Meydân-ı lahme,
Edüp küfrân-ı nimet nice bâğî
Koyup kaldırmadan ikide birde,
Kazan devrildi söndürdü ocağı.


kıtasını yazmıştır. (Bkz. Vak’a-i Hayriye) Yeniçeri ocağının kaldırılmasından sonra toplanan divanda “Asâkir-i Mansûre-i Muhammediyye” adıyla yeni bir askerî sınıfın teşkiline karar verildi (1826). Sultan İkinci Mahmûd bundan sonra Türkiye’yi yeni nizâma eriştiren müesseselerin temelini atmaya başladı. Avrupa’ya askerlik ve yeni silahların kullanılmasını öğrenmek için talebe gönderdi. Askerî, tıbbiye ve harbiye mekteplerini kurarak, bu müesseselerin eğitim ve öğretimini en üst seviyeye çıkarmak için Avrupa’dan hocalar ve mütehassıslar getirtti. İstanbul’da Türkçe, Arapça, Fransızca, Rumca ve Ermenice olarak Takvim-i Vekâyi adıyla ilk resmî gazete yayınladı (1831). Bunu daha sonra Ceride-i Havâdis (1840), Tercümân-ı Ahvâl (1860), Tasvir-i Efkâr (1862) gibi özel gazeteler tâkip etti. Sultan Mahmûd’un giriştiği bu yenilikler, Türk târihinde yeni bir dönüm noktası teşkil etti. Ancak Batılı devletler ve bilhassa İngiltere, uyguladığı sinsi ve plânlı metodlarla Sultan Mahmûd Handan sonra gelişme yolunu Osmanlı Devleti aleyhine ve kedi lehlerine olmak üzere değiştirmesini bildiler .

Babası Mahmûd Hanın vefâtıyla henüz 16 yaşında tahta çıkan Abdülmecîd Hanın (1839-1861) tecrübesizliği; memlekete ve İslâmiyete çok ağır ve zararlı bir hatâya düşmesine sebep oldu. Öyle bir hatâ ki, Osmanlı târihinde korkunç bir dönüm noktasının başlamasına ve bu koca İslâm Devletinin bir yok olma devrine girmesine yol açtı. İslâm düşmanlarının Sultan Abdülmecîd Hanı yenilikçi diye överek örtbas etmek istedikleri bu hatâ pâdişâhın, İngilizlerin tatlı dili ve vaadlerine aldanarak, İskoç masonlarının yetiştirdikleri câhil devlet adamlarını işbaşına getirmesi ve bunların devleti içerden yıkmak siyâsetlerini hemen anlayamamasıdır. Gerçekten onun bu hatâsını kardeşi Abdülazîz Handan sonra oğulları İkinci Abdülhamîd (1876-1908), Mehmed Reşad (1908-1918) ve Mehmed Vahideddîn Han (1918-1922) göğüslemeye çalıştılar. Ancak imparatorluğun yıkılışının tezahürünü bu hatâda gördüler.

Sultan İkinci Mahmud Hanın giriştiği inkılaplarla Osmanlılarda millî hayatiyetin tekrar canlandığını gören İngilizler bu muazzam devletin içten çökertilmedikçe yıkılamıyacağını anladılar. Bunun için Osmanlı tahtına genç ve tecrübesiz bir pâdişâhın geçmesini fırsat bilerek, İslâmiyeti yıkmak üzere İngiltere’de kurulmuş bulunan İskoç Mason teşkilâtının kurnaz üyesi Lord Rading’i sefirlikle İstanbul’a gönderdiler. Lord Rading, daha önce Paris ve Londra’da Osmanlı sefiri olarak görev yaparken aldatılan ve mason yapılan Mustafa Reşid Paşayı sadârete getirebilmek için çok dil döktü.

“Bu aydın, kültürlü ve başarılı veziri sadrâzam yaparsanız, İngiltere İmparatorluğu ile devlet-i âliyye arasındaki bütün anlaşmazlıklar kalkar. Devletiniz ekonomik, sosyal ve askerî sahalarda ilerler.”

diyerek halîfeyi aldattı. Reşid Paşa iş başına gelir gelmez, Hâriciye Nazırıyken Rading ile berâber hazırladığı Tanzimat Fermanı’nı ilân ettirdi (1838). Sonra bu fermana dayanarak büyük vilâyetlerde mason locaları açtı. Câsusluk ve hiyânet ocakları çalışmaya başladı (Bkz. Gülhâne Hatt-ı Hümâyunu). Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen ve matematik dersleri kaldırıldı (Bkz. Medrese).

“Din adamlarına fen bilgileri lâzım değildir” diyerek kültürlü ve bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni olundu. Gençleri din câhili yetiştirerek İslâm ahlâkını, ecdad sevgisini ve millî birliği parçalamaya çalıştılar.

İkinci Hariciye Nâzırlığına tâyin edildiği 1837 târihinden 17 Aralık 1858’de ölümüne kadar 21 yıl müddetle devlete fiilen yön vermiş olan Mustafa Reşid Paşa, arkasında birçok gâileler ve memlekette ictimâî sarsıntıya yol açan ve bugün hâlâ devam eden şeklî Avrupalılığın temelini atan insan olarak târihe geçti. İhânetleri ile tanınan Tanzimat paşaları, devleti sıkıntıya sokmak pahasına başka devletlerden borç aldılar, İngilizlere destek olmak için savaşa girdiler (Bkz. Kırım Harbi),

Islahat Fermânını îlân ettiler (Bkz. Islahat Fermanı). Mustafa Reşid Paşa ve onun yetiştirmeleri Âli ve Fuâd paşaların şekilci Batıcılık hareketiyle birlikte memlekette Avrupa’nın tesiri ve hattâ himâyesi altında kaldığı şüphe götürmez bir takım karanlık fikirli cemiyetler de ortaya çıkmaya başladı. Bunlardan ilki olan “Genç Türk” cemiyeti, sonradan devam edecek ve Osmanlı İmparatorluğunun ipini çekecek gizli komitecilik hareketlerinin sonuncusu olan İttihat ve Terakki Cemiyetine kadar dayanacak ve bu muazzam İmparatorluk tasfiye edilecektir. (Bkz. İttihat ve Terakki) Bu cemiyetin açtığı ihânet yolu üzerinde o devletin ekmeğini yiyip semiren nice vezirler, sadrazamlar, seraskerler, ordu kumandanları, subaylar, erkan-ı harpler ve hattâ ulema takımı yürüyecektir. Ancak bu son dönemde içte ihânet şebekesinin önünü kesmek, dışta ise Avrupalı devletlere denk bir devlet vücuda getirmek üzere iki kudretli pâdişâh tahta çıktı.

Sultan Abdülmecîd vefât ettikten sonra 1861 yılında Abdülazîz Han tahta cülus etti. Her tavrı ve her hâliyle ceddine benzeyen Sultan Abdülazîz, devleti kuvvetlendirmek, kuvvetli bir ordu yanında, kudretli bir donanma yapmak, böylece devletin etrâfında dolaşan tehlikeleri bertaraf ederek Avrupa’nın hasta adama benzettiği devletini iyileştirmek için ciddi teşebbüslere girişti. Abdülazîz Hanın tahta çıktığı yıllar Avrupa’da tekniğin büyük bir süratle değiştiği ve bu sâhada bir ihtilalin vukû bulduğu yıllardı. Avrupa’nın yaptığı ihtilâli daha şehzâdeliğinden beri dikkatle tâkip eden Sultan Abdülazîz, bu ihtilâlin meydana getirdiği teknik ilerlemeyi aynen kabul etmekte tereddüd etmedi ve devlete eski kudret ve şevketini iâde ettirmek husûsunda her fedakârlığı göze aldı. Sultan Abdülazîz Han öncelikle ordu ve donanmanın kuvvetlendirilmesine canla-başla çalıştı. Amerika’da o sırada yeni yapılan ve seri atış yapan “Martini” tüfeklerinden getirterek kara ordusunu bunlarla techiz etti. O târihte böyle kuvvetli bir silah diğer Avrupa devletlerinde bile yoktu. Sonra muazzam bir donanma kurdu. Denizcilikten çok iyi anlıyor, yaptıracağı zırhlıların plânlarını bâzan kendisi çiziyordu. Böylece vücuda getirdiği donanma, İngiltere ve Fransa’dan sonra dünyânın üçüncü büyük donanması oldu. Abdülazîz Hanın en büyük emeli Rusya’yı Tuna’nın ötesine atmak ve Karadeniz’e çıkmasına kesinlikle engel olmaktı. Gerçekten, Türkiye ne zaman içeride kuvvetlenmek üzere bir takım teşebbüslere girişse, Rusya bir savaş çıkarıyor, devletin bütün mâlî gücü bu savaşlarda eriyip gidiyordu. Pâdişâhın yeniden kurduğu ve teşkilâtlandırdığı 500.000 kişilik ordu dünyânın en modern kuvveti hâline geldi.

Osmanlı Devletinde Sultan Abdülazîz Hanın gerçekleştirdiği bu hamleleri; İngiltere, Fransa ve Rusya büyük bir endişe içinde tâkip ediyordu. Fakat şu safhada hiçbirinin bu muazzam güce karşı çıkmak cesâreti yoktu. Öyleyse devlet bu kudretli elden mahrum bırakılmalı, yâni Sultan Abdülazîz Han tahttan indirilmeliydi. 1867 yılında bir buçuk ay süren Avrupa gezisine çıktığı sırada Viyana’dan Budin’e uzanan yol üzerinde gittiği her yerde eski tebaası olan ve Avusturya zulmünden bıkan Macarlar, Sultan Abdülazîz’i çılgınca alkışlarla karşılarlarken içerdeki hâinler bu mübârek Türk hâkânı ve İslâm halîfesinin öldürülmesi için tertipler hazırlıyorlardı.

Sultan Abdülazîz Hanı tahttan indirmek isteyen şebekenin başında dünyâ bankeri Lord Rodchılld ve Mısır’da hidiv olamamasının sebebini Abdülazîz Handa gören Mustafa Fâzıl Paşa geliyordu. Lord Rodchılld ile birlikte hareket eden Mısırlı prens bütün servetini bu yola dökerken onların besledikleri ve devletine ihânete hazırladıkları zevat ise, Türk milletine vatanperver olarak tanıtılıyordu. Bu sözde vatanperverlerin başında Midhat Paşa, Serasker Hüseyin Avni Paşa, askeriye nâzırı Süleyman Paşa, Bahriye Nâzırı Kayserili Ahmed Paşa, Şâir Ziyâ Paşa, Nâmık Kemâl, Ali Suâvi, Âgâh Efendi geliyordu. İçerde Osmanlıyı yiyen, dışarda İngiliz paralarıyla kursaklarına kadar dolu olan bu zevat memleketin kurtuluşuna değil, bilerek batışına hizmet ettiler. Nihâyet 1876 yılı Mayıs ayında Hüseyin Avni Paşa liderliğinde toplanan ihânet şebekesinin kurmayları, veliaht şehzâde Murâd’ı tahta çıkarmak üzere anlaştılar. Harbiye kumandanı Süleyman Hüsnü Paşa üç yüz kadar harbiye talebesini alarak sabaha karşı sarayı çevirdi. Sultan Azîz’i çok sevdiği için Türk askeri devre dışı bırakıldı. Onun yerine o sırada İstanbul’da bulunan ve hiçbiri Türkçe bilmeyen bir bölük çöl askerini “Pâdişâhı korumak için” diyerek sandallara bindirip sarayın etrâfına getirdiler. Dışarıdan bakanlar, bunları Türk ordu birlikleri sanırdı. Böylece tahttan indirilen Abdülazîz Han, bilhassa Hüseyin Avni Paşanın bitip tükenmez kini yüzünden çok kötü muâmelelere mâruz kaldı. Önce Topkapı Sarayına ve oradan Ortaköy’deki Fer’iye Sarayına götürüldü. Sultan buraya götürülüşünün dördüncü günü ihtilalci paşaların tuttuğu katiller tarafından Kur’ân-ı kerîm okumaktayken bilek damarları kesilerek şehit edildi (1876). Bu işi yapanların intihar süsü vermek istedikleri belliydi, ancak bir adamın her iki bilek damarlarını birden kesmesine imkân yoktu. Ortada acemice bir cinâyet mevcuttu. Ayrıca Hüseyin Avni Paşanın doktor muâyenesi bile yaptırmadan acele cenâzeyi kaldırmasından da bu işin bir cinâyet ve cinâyeti tertipleyenin de kendisi olduğunu açıkça gösteriyordu.

Sultan Abdülazîz Han, Türk târihinin önemli devlet adamlarından biridir. Meşrûtiyetçilerle arası iyi olmadığı için muhâlifler onun hakkında pekçok dedikodu çıkararak yıpratmaya çalışmışlar, Avrupa kamuoyu da bu yolda bir imaj meydana getirdiği için sonraki yıllarda onun şahsiyeti hayli silik gösterilmiştir. Bu pâdişâh için çıkarılan Horoz dövüştürmesi ve deve güreştirmesi vs. gibi şeyler tamâmen hayâl mahsûlü olup hiç utanılmadan uydurulmuş şeylerdir. Kendisi güçlü, kuvvetli olup; ava, güreşe, cirit atmaya meraklıydı. Türk milleti, çok sevdiği bu büyük pâdişâhın arkasından günlerce ağladı.

Uyan Sultan Azîz Uyan
Şimdi kan ağlıyor cihân.


diye ağıtlar yazdı. Hattâ ona yapılanlar yüzünden bu memleketin lânetlendiği sözleri halk arasında söylenmeye başlandı.

Hüseyin Avni Paşa, Sultan Abdülazîz ortadan kaldırıldıktan sonra daha yüksek mevkilere çıkmanın hesapları içerisindeyken kolağası ve Sultanın kayınbirâderi Çerkes Hasan Bey tarafından katledildi. İhtilalci liderler tarafından tahta çıkarılan Beşinci Murâd, amcasının işkenceli ölümünü işitmesiyle aklî dengesi bozuldu. Bu sebeple 31 Ağustos 1876 târihinde tahttan indirildi. Yerine Şehzâde Abdülhamîd Efendi, Osmanlı sultânı oldu. Sultan İkinci Abdülhamîd’in 33 yıllık saltanat müddeti üç devrede incelenebilir.

1) İlk bir buçuk yıllık dönem (I. Meşrûtiyet dönemi),
2) 31 yıllık dönem (Şahsî idâresi dönemi),
3) Son bir yıllık dönem (II. Meşrûtiyet dönemi),

Pâdişâh saltanatının ilk bir sene beş ayı içerisinde devlet idâresine karıştırılmadı. Memleketi Sadrâzam Midhat Paşa ve arkadaşları idâre etti. 23 Aralık 1876’da I. Meşrûtiyet îlân edildi (Bkz. Meşrûtiyet). Meclis 24 Nisan 1877’de Rus Harbinin çıkmasına sebep oldu. Mâlî 1293 senesine rastladığı için 93 Harbi de denilen bu savaş Edirne Mütârekesine kadar dokuz ay sürdü. Gâzi Osman Paşanın Plevne’de ve Ahmed Muhtar Paşanın doğu cephesindeki başarılarına rağmen savaş umûmî bir bozgunla neticelendi. Bu bozgunda bilhassa ittihatçı liderlerin benlik kavgaları önemli rol oynadı. Ruslar ve Bulgarlar on binlerce Türk kadın ve çocuğu kestiler. Bir milyondan fazla Türk Bulgaristan’dan, İstanbul’a hicret etti (Bkz. Doksanüç Harbi).

Bu fâciaları gören Abdülhamîd Han İngiliz Kraliçesi Viktorya’ya çektiği telgraf ile barışın yapılmasını sağladı. Mütârekeden on gün sonra da Meclis-i Mebûsanı kapattı. 3 Mart 1878’de imzâlanan Ayastefanos Antlaşması Türkiye için büyük kayıplara yol açtı. Kars, Ardahan ve Batum Ruslara geçti. Bulgaristan Prensliği diye iç işlerinde bağımsız, dışta Türkiye’ye bağlı yeni bir devlet kuruldu. Ruslar, Bulgaristan’ı tamâmen Osmanlılardan ayırmak projelerini yapmışlardı. 93 Harbi öncesi Bulgaristan’da Türk nüfûsu çoğunlukta idi. Ruslar bu yerleri işgal ettikçe halkı toptan kurşuna dizmek, süngülemek, câmilere doldurup yakmak sûretiyle Türk nüfûsunu sistemli şekilde azalttılar.

Abdülhamîd Han Ayastefanos Antlaşmasının hükümlerini hafifletmek için diplomatik yollara başvurdu ve İngiltere’nin desteğini aradı. İngiltere Berlin’de bir konferans toplayarak Ayastefanos’un hükümlerini kaldırabileceğini buna karşılık Rusya’nın Türkiye’den herhangi bir toprak isteğine engel olabilmek için Kıbrıs’a yerleşmesi gerektiğini bildirdi. Pâdişâh bu isteği kabul etmedi ve Meclis-i vükelâda yaptığı bir konuşmada Avrupa devletlerinin Türk’e hayat hakkı tanımayacaklarını, onların asıl maksadının Türk Devletini Konya ve civârında küçücük bir prenslik hâline indirmek olduğunu söyledi. Bu sözleriyle o kırk iki yıl sonraki Sevr Antlaşmasını daha o zamandan sezmiş bulunuyordu. Fakat vekiller heyetinin ısrarı üzerine Kıbrıs İngiltere’ye bir nevi kirâlandı. Ada hukûken Türklere âit olacak, fakat İngilizler tarafından idâre edilecek ve İngilizler uygun bir târihte çekileceklerdi. Böylece Berlin Muâhedesi 13 Temmuz 1878 ’de imzâ edildi. Bu antlaşma, aslında Türkiye’ye hiçbir şey kazandırmadı. Fakat Balkanlardaki Rus nüfuzunu önemli ölçüde kırıp bu statüyü Avrupalıların garantisi altına sokması bakımından önemlidir. (Bkz. Berlin Muahedesi)

Berlin Muâhedesinin imzâlanmasından sonra Sultan Abdülhamîd’in saltanatındaki ikinci devre yâni devleti şahsî ve bizzat idâresi başladı. Bundan sonraki işlerde asıl sorumluluğu yüklenecek olan pâdişâhtır. Böylece 93 Harbi sonunda Osmanlı İmparatorluğu ve onun idâresini bilfiil üzerine almış bulunan İkinci Abdülhamîd Han sanki bir yıkıntının altında kalmış gibiydi. Osmanlı Devleti dışarda ve içerde büyük meselelerle karşı karşıya idi. Ancak aklı, ilmi, zekâsı fevkalâde yüksek ve bir dâhî olan Abdülhamîd Han bu meselelerin üstesinden gelmeyi başardı. İdâresi altındaki Türkiye, Berlin Anlaşmasından, İkinci Meşrutiyete kadar, otuz sene içinde herhangi bir toprak kaybına uğramadı. 1881’ de Teselya’nın Yunanistan’a bırakılması ve aynı yıl Tunus’un Fransızlarca işgâli bu anlaşmaya imzâ koyanların rızâlarıyla olmuştu. Buna rağmen İkinci Abdülhamîd Han Tunus’un işgâlini hiçbir zaman kabul etmedi ve bunu sonuna kadar bir siyâsî mesele yapmakta devam etti.

30 yıl müddetle Sultan Abdülhamîd Hanın karşı karşıya bulunduğu meseleler ve bunlara karşı aldığı tedbirler ise şu şekildedir:

1853 Kırım Harbi sırasında yabancı devletlerden alınan büyük borçlar, Reşid, Fuad ve Âlî Paşaların sınırsız harcamaları Sultan Abdülazîz zamanında ordu ve donanmanın geliştirilmesini sağlamak üzere alınan borçlar ve Rusya’ya ödenecek savaş tazminâtı devletin belini bükmüştü. Dış borçlar devlet borcu olduğu için, bunlar ödenmedikçe yabancı devletlerin elleri Türkiye’de olacaktı. Bu sebeple pâdişâh ilk iş olarak bu meseleye çâre bulmaya çalıştı. 1881’de yayınladığı bir kararnâme ile devletin birçok tekel gelirlerini tek idâre altında topladı ve buradan dış borçların muntazam taksitlerle ödenmesine karar verildi. Buna karşılık dış borcumuzun yarısı silindi. Düyûn-ı umûmiye denilen bu idâre alacaklı devletlerin temsilcileriyle ortak idâre ediliyordu. Pâdişâh, böylece hem yabancı müdâhalelerini önlemiş, hem devletin mâlî işlerine bir düzen vermiş oldu. (Bkz. Düyûn-i Umûmiyye)

Berlin Antlaşmasıyla Teselya’ya sâhip olan Yunanistan, Osmanlı Devleti aleyhine faaliyetlerini hızlandırdı. Girit ve Yanya’da çete savaşlarını körükledi. Balkanlarda Yunan ordu birlikleri sınır ihlallerine başladı. Bu olaylar üzerine Abdülhamîd Han, Yunanistan’a askerî müdâhalede bulunulmasına karar verdi. Pâdişâh, ayrıca Batılı devletlerin ve Rusya’nın Yunanistan lehine harekete geçmelerini istemediğinden müdâhalenin bir yıldırım harbi olmasını ve neticenin süratle alınmasını istedi. Bu emirle harekete geçen Müşir Ethem Paşa kumandasındaki Türk birlikleri yirmi dört saatte Termopil geçidini aşıp Atina’ya girdi. Bütün Avrupa kumandanları bu olayla şaşkına döndü. Çünkü Alman kurmayları, Osmanlı ordusu, Termopil’i altı ayda geçemez diye rapor vermişlerdi. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın mürâcaatı üzerine savaş o noktada durduruldu. Bu üç devlet Türkiye, Yunanistan’dan çıkmadığı takdirde savaş îlân edeceklerini bildirdiler. Yunanistan Türkiye’ye büyük bir savaş tazminâtı ödeyerek kurtuldu. Ancak bu üç devlet Osmanlıyı gâlip geldiği bir harpte mağlup duruma düşürmek için Girit’e muhtâriyet verilmesini kararlaştırdılar. Girit Osmanlı Devletine bağlı kalmakla birlikte kendi kendini idâre eder bir vâlilik olacaktı. Burası ancak Abdülhamîd Han tahttan indirildikten sonra Yunanistan’a ilhak edilebildi. İkinci Abdülhamîd Han, Yunan Savaşı hâriç bütün dış meselelerini dâimâ diplomatik yollarla halletmeye çalıştı. Gerçi diplomatik yol kesin netice vermeyen ve işleri sürüncemede bırakan bir yoldu. Ancak Türkiye zayıf ânında, savaştan uzak kalmak ve dış istekleri sürüncemede bırakmaktan daima kârlı çıkıyordu. Oysa kesin zafer elde ettiği Yunan Harbinden bile bir kâr elde edememişti.

İngilizlerin Arap milliyetçiliğini yaymak ve halifeliğin Arapların hakkı olduğunu iddia ederek Mısır hidivini halîfe yapmak konusundaki gayretlerine, Abdülhamîd Han Panislamizm politikasıyle karşı koydu. O târihlerde İngiltere, Rusya ve Fransa’nın idâreleri altında büyük Müslüman kitleleri bulunuyordu. İngiltere’nin Türk idâresindeki Arap ülkelerine de göz dikmesi üzerine pâdişâh, bu devletlerin Müslüman halklarını kendi nüfûzu altına almayı, bütün dünyâ Müslümanları ile İstanbul arasında kuvvetli bağlar kurmayı uygun gördü. Bunun için dünyânın her tarafında İslâm topluluklarının lideri durumunda bulunan büyük din adamlarıyla temasa geçti. Bunlara özel mektuplar gönderdi. Rütbe ve nişanlar verdi. Böylece bu dînî liderlerin hepsi kendilerini İslâm halîfesinin mahalli memurları, temsilcileri olarak görmeye başladılar. Müslümanları Avrupalı ve Rus emperyalistlere karşı uyarmak üzere Çin’e kadar adamlar gönderdi. Neticede öyle bir durum meydana geldi ki, Afrika’nın en uzak köşesinde bir Müslüman cemâatı bile hiç Türkçe bilmedikleri halde câmilerden çıkınca ellerinde Türk bayrakları ile dolaşıyorlar ve “Pâdişâhım çok yaşa” diye bağırıyorlardı. Ayrıca İstanbul’da basılan binlerce kitap ve broşür Rus idaresi altındaki Türk ülkelerine gönderiliyor böylece her tarafta Türkler ortak bir kültür kaynağından besleniyorlardı. Sultan Abdülhamîd Hanın bu siyâseti sâyesinde İstanbul İslâm dünyâsının kalbi hâline geldi. Rusya, İngiltere ve Fransa onun, kendi Müslüman tebeaları arasındaki bu nüfûzundan çekinerek daha dikkatli hareket etmeye başladılar.

Birçok gelirini Düyûn-ı umûmiyeye bırakan devlet, memur ve asker maaşlarını zamânında ödeyememe, iki veya üç ayda bir ödeme yapmak durumuyla karşı karşıya kaldı. Ancak aynı devirde hayâtın fevkalâde ucuz ve Osmanlı parasının kıymetli olması yüzünden sıkıntı çeken hiç kimseye rastlanmadı. Bir aylık maaş, üç ay boyunca rahatlıkla yetiyordu.

Yahûdîlerin arz-ı mev’ûd (vâdedilen topraklar) üzerinde devlet kurma çalışmalarını hızlandırmaları. Yahûdîler İngilizlerin de desteğiyle bu gâyenin tahakkuku için siyonist teşkilâtlar kurup zengin gelir kaynakları temin ettiler. Siyonist hareketlerin başına geçen Theodor Herzl, Filistin’de bir Yahûdî devletinin kurulması için çalışıyordu. Yahûdîler 1870 senesinden îtibâren Filistin toprakları üzerinde zirâi yerleşme merkezleri teşkil etmeye başladılar. Daha çabuk ve kesin bir yerleşme yapabilmek için Herzl, Sultan Abdülhamîd’le görüştü ve ondan Filistin’de bir aristokratik cumhuriyet kurmak için izin istedi. Buna karşılık Osmanlı Devletinin bütün borçlarını ödeyeceklerini bildirdi. Bu isteğe karşı Abdülhamîd Han târihimize altın harflerle geçen şu cevâbı verdi:

“Ben bir karış dahi olsa toprak satmam. Zîrâ bu vatan bana değil, milletime âittir. Milletim bu devleti kanlarını dökerek kazanmış ve yine kanıyla mahsuldâr kılmıştır. O bizden ayrılıp uzaklaşmadan tekrar kanlarımızla örteriz.”

Abdülhamîd Han ayrıca Yahûdîlerin el altından ve gizli faaliyetlerine karşı da harekete geçti. Filistin’in tamâmını arâzi-i şahâne îlân ederek satılmasını yasakladı. Bizzat şahsına bağlı bir orduyu Filistin’de vazifelendirdi. Kafkas ve Balkanlardaki bir kısım Müslümanları Filistin’e yerleştirdi. Pâdişâhın bu faaliyetleri üzerine Yahûdiler, bütün güçlerini Abdülhamîd Hanı tahttan indirme yoluna çevirdiler. Ve mason yaptıkları yerli hâinlerle işbirliği yaparak bu niyetlerini gerçekleştirdiler. (Bkz. Filistin)

Berlin Antlaşmasının 61. maddesi, Anadolu’da Ermenilerin yaşadığı vilâyetlerde ıslâhat yapılmasını öngörüyordu. Bu maddenin Ermeni muhtâriyetini doğuracağını ve memleketin bütünlüğünü parçalayacağını görerek Abdülhamîd Han uygulamadan kaldırdı. Bu maddeyi uygulama taraftârı olan sadrâzam ve devlet adamlarını azletti. Bunun üzerine çeşitli Avrupa şehirlerinde ve Amerika’da yetiştirilmiş Ermeni ihtilâlcileri Türkiye’de ihtilâl hazırlıklarına giriştiler. Devletine bağlı Ermenileri terörle sindirmeye ve kendilerine katılmaya zorladılar. Böylece ihtilâlci Ermeniler tarafından doğuda pekçok Ermeni vatandaş katledildi. Avrupa’da da bu katliamların Türkler tarafından yapıldığı intibâını vermek için yoğun bir propaganda başlattılar.

Ermeni ihtilâlcileri tarafından Abdülhamîd Han “Kızıl Sultan” îlân edildi. Bunların niyeti Türkiye’de bir ihtilal hareketi uyandırdıktan sonra Avrupa devletlerinin müdâhalesini sağlamaktı. Ancak giriştikleri pekçok teşebbüs Abdülhamîd Han tarafından Avrupalıları ayağa kaldırmadan bastırılıp söndürüldü. Ayrıca Doğu Anadolu’da Hamidiye alaylarını kuran pâdişâh bölge aşiretlerini kendisine bağladı. Bu olaylarla bölgede âsâyişi teminle Osmanlı hâkimiyetini pekiştirdi. (Bkz. Hamidiye Alayları)

Bu defâ Ermeniler de pâdişâhı ortadan kaldırmadıkça Ermenistan’ı kuramayacaklarını düşündüler. Avrupa’da meşhur bir anarşisti para ile tutup “İstanbul’a getirdiler. Cumâ namazı için gittiği Yıldız Câmiinde İkinci Abdülhamîd Hanın arabasına bomba konuldu. Ancak câmiden çıktıktan sonra Pâdişâhın bir dakikalık gecikmesi hayâtının kurtulmasına yol açtı.

31 senelik olaylar sonunda dış düşmanlar emellerine ulaşabilmek ve Osmanlı Devletinin yıkılmasını sağlamak için Sultan Abdülhamîd Hanın ortadan kaldırılması veya tahttan indirilmesi gerektiğinde birleştiler. Ancak bütün teşebbüs ve gayretlerine rağmen bunu başaramadılar. Binlerce yıllık bir târih gösteriyor ki, Türk dışardan yıkılmıyordu. Öyleyse yine târihî entrikalar dönmeli ve Osmanlı Türklüğü içerden parçalanmalıydı. Tezgahlar bu gâye ile dönmeye başladı. 1890 senesinde İngilizlerin yardımıyla kurulan İttihat ve Terakki Cemiyetinin hedefi, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek ve Meşrûtiyeti îlân etmekti. Büyük paralarla Osmanlı Devlet adamlarını satın almaya ve kısa sürede pekçok taraftar bulmaya başladılar. Bu cemiyet, 1897’de Pâdişâhı tahttan indirmek için tertip içine girince, basılarak üyeleri yakalandı. Bunlar îdâma mahkum edildilerse de, cezâları pâdişâh tarafından müebbet hapse çevrilerek yurdun çeşitli yerlerine sürüldüler. Ancak bunlar Paris’e kaçara faaliyetlerine devam ettiler. Ermeni, Yahûdî Balkan komitecileriyle yâni Pâdişâhın aleyhine olan herkesle işbirliğine başladılar. Müslüman kanı dökmekten zevk alan Bulgar, Sırp Yunan çeteleri, Abdülhamîd Hanı tahttan indirmek için İttihat ve Terakki Cemiyetine kucak açtılar. Bunların ihânetleri o dereceydi ki, Ermenilerin düzenlettirdiği bombalı suikastten pâdişâh kurtulduğu zaman şâir Tevfik Fikret anarşiste: “Ey şanlı avcı” diye sesleniyordu.

Türkiye’de pâdişâha karşı olmak âdetâ aydın olmanın bir gereği gibi görülmeye başlandı. Sarıklı medrese hocalarından setre pantolonlu Fransız taklitçilerine kadar herkes muhâlifti. Nihâyet bu yoğun propaganda ordudaki genç subaylar arasında da yayılmaya başladı. Bâzı subaylar çeteciliği bir siyâsî hareket kolu olarak benimseyerek Türk Devletine karşı komiteciliğe, yani dağa çıkıp isyana başladılar. Aralarında Enver, Niyâzi gibi mâcerâcı kimselerin de bulunduğu bu subaylar grubu, kendilerine kuvvet sağlayabilmek için Bulgar komitacılarıyla ortak hareket ediyorlardı. Selanik’te bulunan Osmanlı Üçüncü Ordusu bir âsi ordu hâline geldi.

Neticede Sultan Abdülhamîd Han İkinci Meşrûtiyeti îlân etmek zorunda kaldı (1908). Böylece saltanatının yaklaşık 5 ay sürecek üçüncü bölümü başladı. Abdülhamîd Hanın tahta çıktığı zamanda olduğu gibi bu devrede de iktidar yetkileri tamâmen elinden çıkmıştı. Bir yerde 1908, Osmanlı Devleti târihinde artık Osmanlı hânedânının devre dışı bırakıldığı ve siyâsî iktidârın halîfenin elinden alındığı bir târih oldu.

İttihatçılar silah zoru ile iktidara geldikleri için, yeni meclisin kurulmasında da çetecilik metodlarını kullandılar. Meclisi kendi adamlarıyla doldururlarken muhâliflerini de kirâlık kâtillerle ortadan kaldırdılar. Ancak bunların iktidârı sağlamlaşırken devlet çatırdamaya başladı. Türkiye’ye bağlı bir prenslik olan Bulgaristan, hemen istiklâlini îlân etti.

Avusturya-Macaristan İmparatorluğu, Türkiye’ye âit olan Bosna-Hersek’i ilhak ettiğini bildirdi. Girit muhtar idâresi Türkiye’den ayrıldı ve Yunanistan’la birleşti. Ermeni komitacıları Adana ve çevresinde büyük bir isyan çıkardılar. Memleketin bir baştan bir başa tam bir kargaşalık içine düştüğü sırada 31 Mart Vak’ası meydana geldi. İttihatçıların Selanik’ten İstanbul’a getirip yerleştirdikleri Avcı taburlarına mensup bir kısım asker ve halk ayaklanarak ittihatçılara karşı harekete geçti. Pâdişâh yetkilerinin çoğunu meclise devrettiği için insiyatifini kaybetmişti. Meclis iş göremiyordu. On güne kadar devam eden bu kargaşalıkta İttihatçılar Rumeli’nde ne kadar Sırp, Bulgar, Rum, Arnavut çetecisi varsa topladılar. Bunların yanına pek az da Türk askeri katıldı. Üçüncü Ordu kumandanı Mahmûd Şevket Paşanın emri altında İstanbul’a gelen bu çetecileri devlet merkezine sokmak istemeyen kumandanlar pâdişâha mürâcaat ettiler. Ancak kardeş kanı dökülmesini uygun bulmayan merhametli pâdişâh buna müsâade etmedi. İsyânı yatıştırma bahânesiyle İstanbul’a giren İttihatçılar ve dağdan inmiş Balkan komitacıları pekçok kan döktüler. Ayrıca isyânın sorumlusu olarak da pâdişâhı gösterip onu tahtından indirmeye karar verdiler (Bkz. Otuzbir Mart Vâk’ası).

Fetvâ emini Hacı Nûri Efendi, pâdişâhın tahttan indirilmesi için hiçbir sebebin bulunmadığını söyleyince, söylediklerini yapacak birini bulup fetvâ yazdırdılar. Daha sonra Yahûdî Emmanuel Karasu, Ermeni Aram, Arnavut Toptanî ve Gürcü Ahmed Hikmet Paşa pâdişâha giderek “Millet sizi istemiyor” dediler. Ancak Türk milleti adına söz söyleyen görülmüyordu. Târihimizin en büyük lekelerinden biri olan bu hâdise aynı zamanda Türk milletine yapılan en büyük hakâretlerden biriydi. İkinci Abdülhamîd Han, Türk târihinin çok büyük bir şahsiyeti ve dünyâ siyâset târihinin en önemli adamlarından biridir. Belki de bu büyüklüğü yüzünden kolay anlaşılamadı ve aleyhinde yerli ve dış düşmanlar her şeyi söylediler. Ancak gelişen olaylar zamanla pâdişâhın ne kadar haklı olduğunu ortaya koydu. Fakat devlet elden gitti. Muhaliflerinin başı olan Ahmed Rıza Bey, Cumhûriyet devrinde yazdığı hatıralarında ona övgüler yağdırdı. Bu korkunç pişmanlığın en açık örnekleri Süleyman Nazif, Rızâ Tevfik Bey ile diğer bâzı şâirlerin yazdıkları şiirlerle dile getirildi. Rıza Tevfîk Bölükbaşı; Sultan Abdülhamid’in Ruhundan İstimdâd adlı şiirinde;

Târihler adını andığı zaman,
Sana hak verecek hey Koca Sultan,
Bizdik utanmadan iftira atan
Asrın en siyâsî pâdişâhına.
Divâne sen değil meğer bizmişiz,
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz,
Sâde deli değil edepsizmişiz,
Tükürdük atalar kalbigâhına...
derken;

Süleyman Nazif de;
Pâdişâhım gelmemişken yâda biz
İşte geldik senden istimdâda biz
Öldürürler başlasak feryâda biz
Hasret olduk eski istibdâda biz


mısraları ile pişmanlığını dile getiriyordu. İkinci Abdülhamîd Han eğitim, ulaşım, îmar ve kültürel faaliyetleri bakımından Osmanlı Devletinin en önde gelen pâdişâhlarındandır. Bu bakımdan Osmanlı kültür hayâtının iki büyük pâdişâhından biridir. Bunlardan birincisi eser yazdırmada ön sırayı alan İkinci Murâd’dır. Sultan İkinci Abdülhamîd de imparatorluğun başından beri yazılmış bütün eserleri bastırmakla dikkat çeker. Bu bakımdan köklü ve geniş kültür faaliyetleri içinde yer alan sonra hiçbir devirde onunki kadar mektep açılmamış, o kadar çok insan yetişmemiştir. Bunların hemen hepsi Çanakkale Muhârebelerinde şehit düştü ve devlet fikir bakımından da gerilemiş oldu.

Birinci Dünyâ Savaşının ve Millî Mücâdelenin bütün başarılı kumandanları onun Harbiyesinden yetişmiş aydın insanlardı. Osmanlı Devletinin son parlak dönemini yaşatan bu büyük devlet ve siyâset adamı, devrinde dünyânın dört büyük gücünden biri olan ve 7 milyon küsur kilometre kareden fazla olan ülke toprağını İttihatçılara teslim ederken:

“Türkiye’yi on sene idâre edebilirlerse bir asır idâre edebildik diye sevinsinler.” demiş ve muhtemel neticeyi daha o anda işâret etmiştir. Nitekim bu târihten îtibâren memleketimiz büyük felâketlerle karşı karşıya kaldı. 1911’de İtalyanlar Trablusgarb’ı işgâl etti. 1912’de Balkan Harbi bozgunu oldu. İki büyük kıta ile ilgimiz kesildi. Afrika’da 1.200.000 Rumeli’de ise 250.000 km2 vatan parçası elden gitti (Bkz. Balkan Savaşları).

Bu sırada İttihatçılar devlet içinde iktidârı bütünüyle ele geçirdiler. Enver Bey paşalığa terfi etti. Eski posta kâtibi Talat Bey paşalıkla sadrâzam oldu. İstanbul muhâfızı olan Albay Cemal Bey de paşa yapıldı. Böylece Enver-Talat-Cemal adlarındaki İttihatçı paşalar devletin tek söz sâhibi oldular. 1914 yılında da bir oldu bittiye getirerek Fransa, İngiltere ve Rusya’ya karşı Almanya’nın safında Birinci Cihan Harbine girdiler. Osmanlı Devleti dört yıllık savaş içinde yedi cephede çarpıştı ve yüzbinlerce evlâdını kaybetti. Aslında Türk orduları savaşlarda büyük başarılar gösterdiler. Çanakkale ve Irak cephesinde müttefik kuvvetler bozguna uğratıldı. Filistin ve Suriye cephelerinde ise İngilizlere yenilerek Adana’ya çekildiler. Fakat Almanya’nın barış isteğiyle ittifaktan ayrılınca Türkiye Devleti de, bu kötü şartlar altında, barış istemek zorunda kaldı. Artık Osmanlı Devleti bitmişti. Birinci Dünyâ Harbinin son günlerinde, önce Abdülhamîd Han ve arkasından Sultan Mehmed Reşad vefât ettiler (1918).

İkinci Abdülhamîd Hana çok hâzin bir cenâze merâsimi yapıldı. Onun otuz üç sene boyunca bütün cihana karşı ayakta tuttuğu koca Türk Devleti, komitecilikten yetişmiş genç subaylar elinde on yılda eriyip bitti. Meşhur târihçi ve yazar Ahmed Râsim, pâdişâhın tâbutunun arkasından;

“Senin cenâzen bile bu milleti idâre edebilir.” diye ağlıyordu. Bir Yahûdî târihçi ise;

“En ufak menfâati uğruna bütün dünyâyı fedâ etmeyi göze aldığı milletinin felâketini görmemek için bir an önce öldü.” demekten kendini alamadı.

İttihatçılar ise Birinci Dünyâ Harbi sonunda memleketin düşmana teslimi mânâsına gelen Mondros Mütârekesini imzâladıktan sonra bir gece yarısı ülkeyi terk ettiler. Tahta geçen Sultan Vahideddîn’e ise mevcut bulunmayan bir devletin hükümdarlığını yapmak kaldı. Buna rağmen o 11 Mayıs 1920’de düşmanların hazırladığı ve Anadolu’nun işgâlini ihtivâ eden Sevr Antlaşmasını bütün baskılara rağmen imzâlamadı. İşgâl altında kalan vatanın kurtulması için elinden gelebilen her türlü gayreti ve fedâkârlığı gösterdi. Memleketin Anadolu’dan kurtulacağına kesin olarak inanan pâdişâh, Mustafa Kemal’i büyük yetkilerle Anadolu’ya gönderdi. İstiklal Harbinin zaferle neticelenmesinden sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti 1 Kasım 1922’de hilâfetle saltanatın ayrıldığını ve saltanatın kaldırıldığını bir kânunla kabul etti. İngilizler de asırlardan beri çalıştıkları emellerine nâil olarak Vahideddin Hanı Malaya harp gemisiyle Malta Adasına götürdüler.

Devlet-i Âliyye-i Osmaniyye, yâni “Yüce Osmanlı Devleti” 1920 yılında Sevr Antlaşması ve İstanbul’un işgâliyle yâni pâdişâhın resmen esir düşmesiyle siyâsî bakımdan sona erdi. Böylece altı yüz yılı aşkın bir ömrü olan Türk ve İslâm medeniyetinin her bakımdan şâheseri olan devlet, yerini Türkiye Cumhûriyetine bıraktı. Bugün Birleşmiş Milletler teşkilatının yapmak istediği fakat bir türlü muvaffak olamadığı dünyâ devleti fikrini Osmanlı İmparatorluğu hiç kimsenin burnunu kanatmadan altı asra yakın bir müddet devam ettirdi. Avrupa’nın yarıdan fazlasını hâkimiyeti altında bulundurdu. Bu milletlerin her türlü meselelerini en az kendi dînine bağlı imişcesine halle çalıştı ve muvaffak oldu. Bugün dünyânın kendisine bel bağladığı bütün insânî kaideleri ve hürriyetleri ırk ve din farkı gözetmeksizin en âdil şekilde tatbik etti ve reâyâ denilen gayr-i müslim unsurun günümüze gelmesine hizmet etti. Bu muazzam İmparatorluğun târih sahnesinden çekilmesiyle bünyesinden irili ufaklı olmak üzere 24 devlet doğdu. “Daha fazla hürriyet”, “daha âdil idâre” diye ayaklanarak devlet kuran milletler aradan bir asır bile geçmeden hâlâ aradıkları huzûru bulabilmiş değillerdir. İmparatorluğun bünyesi Anadolu hâricindeki Türk âlemi yeni yeni Rus zulmü altından kurtulmaya başlamıştır. Kurtuluşu kapitalist veya sosyalist rejimlerde aramaya kalkan Arap devletleri beynelmilel siyonizmin oyuncağı olup Osmanlıya ihânetin cezâsını çekmekte ve 3,5 milyonluk İsrail’in karşısında boyun büker vaziyettedir. Ayrıca Avrupa ve Balkan milletlerinden birçoğu Romanya, Çekoslovakya, Macaristan ve Polonya, Bulgaristan, Arnavutluk halkları komünist rejimler altında yetmiş yıldır ezildikten sonra hürriyetlerine kavuşmuşlardır. Ancak bu ülkelerde açlık, yokluk ve sefâlet kol gezmektedir. Netice olarak Osmanlı gitmiş huzur ve adâleti de berberinde götürmüştür.

Osmanlı adı her duyana lerze-resândır
Ecdâdımızın heybeti ma’ruf-ı cihândır
Fıtrat değişir sanma bu kan yine o kandır.